Sevgili okuyucularımız, Türkiye'nin adalet sisteminde fırtınalar estiren ve gelecek aylarda çok daha derin yankılar uyandıracak kritik gelişmeleri masaya yatırdığımız bu özel haberimizde, hukuk devleti ilkesinin nasıl sınandığını ve yargının geleceğinin hangi karanlık dehlizlerde saklandığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne sereceğiz. Bu makalenin her satırı, sizi bekleyen büyük sürprizlere ve çarpıcı gerçeklere adım adım yaklaştıracak; bu tarihi dönüşümün tüm detaylarını öğrenmek için okumaya devam edin.
Konu, Sayın Mehmet Yılmaz’ın Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) eski HDP Milletvekili Hüda Kaya’nın bireysel başvurusu üzerine aldığı çığır açıcı kararla başlıyor. AYM, içeriği net olmayan HTS kayıtlarının “kuvvetli suç şüphesi” olarak değerlendirilip tutuklama gerekçesi yapılamayacağına hükmederek, Sayın Kaya’ya 200 bin lira manevi tazminat ödenmesini istedi. Bu tarihi karar, 25 Şubat'ta alınmış ve kısa süre önce kamuoyuyla paylaşılmıştır. Sayın Yılmaz, bu kararın sadece metninin değil, aynı zamanda karşı oy yazılarının da AKP iktidarının hukuk devleti ilkesinde açtığı yaranın kapanmasının hayli zaman alacağını gösterdiğini belirtiyor. Peki, bu dönüm noktası niteliğindeki karar, yargının geleceği için ne anlama geliyor ve hangi gerçekleri gün yüzüne çıkarıyor? Merak ediyorsanız, gizem perdesinin aralanışı ve daha fazla ayrıntı için okumaya devam edin.
Peki, bu karara konu olan ve bir dönem tutuklamaların adeta vazgeçilmez gerekçesi haline gelen "HTS" nedir? Sayın Mehmet Yılmaz’ın da ifade ettiği gibi, HTS, Historical Traffic Search'ün kısaltması olup, bir kişinin telefon görüşmeleri ve mesajlaşma geçmişi gibi teknik verileri içeren kayıtlar bütünüdür. Cep telefonlarınızın sinyallerini algılayan GSM vericilerinin kayıtları incelenerek hangi gün, hangi saatte nerede olduğunuz veya hangi telefon numarası ile görüştüğünüz, mesajlaştığınız tespit edilebilse de, Sayın Yılmaz, iletişimin dinlenmesi veya kayda alınması söz konusu olmadığı için, aynı bölgeden sinyal veren iki kişinin bir kahvehanede buluşup buluşmadığını anlamanın dahi HTS kayıtlarıyla imkansız olduğunu vurguluyor. Anayasa'ya göre AYM kararları, yasama, yürütme, yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri dahil herkesi bağlamasına rağmen, ne yazık ki Sayın Yılmaz’ın belirttiği gibi, son dönemde bu kararların bazen uygulandığı, bazen ise “Saray’dan gelen bir işaretle” göz ardı edildiği acı bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor. Yargıdaki bu çifte standardın ardındaki sırlar ve bu durumun toplumsal yansımaları için, okumaya devam edin.
Bu “içtihat” niteliğindeki AYM kararına rağmen, Türkiye'de halen “kuvvetli suç şüphesi” olarak değerlendirilen HTS kayıtları nedeniyle hapiste tutulan çok sayıda masum mağdur bulunuyor. Sayın Mehmet Yılmaz, bu duruma iki çarpıcı ve ibretlik örnekle ışık tutuyor. İlk örnek, “artistleri Gezi Parkı’na çağırarak hükümeti devirmeye teşebbüs ettiği” gibi komik bir iddiayla tutuklu yargılanan Ayşe Barım. Barım’ın Mehmet Ali Alabora ile telefonda konuştuğuna dair HTS kaydı mevcut olsa da, konuşmaların tespit edilen içeriğine bakınca Barım’ın, Alabora’yı açıkça oyaladığı anlaşılıyor ve Sayın Yılmaz’ın ifadesiyle, bunun dışında hiçbir delil yokken o halen parmaklıklar ardında. İkinci örnek ise Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar. Halen tutuklu olan Karalar’ın tutuklanma gerekçesi de bir HTS kaydı: iddiaya göre Seyhan Belediyesi’nin o tarihteki Temizlik İşleri Müdürü’nün telefonu ile ona rüşvet verdiği öne sürülen kişilerin telefonları aynı vericiden sinyal almış. Savcı bunu “tutuklama için yeterli kanıt” sayarken, Sayın Yılmaz, bu kayıtların söz konusu kişilerin bir araya geldiğini göstermesinin imkansız olduğunu, böyle bir iddiada bulunabilmek için adeta insanın geçmişi görme yeteneğine sahip bir falcı olması gerektiğini belirtiyor. Bu akıl almaz durumların perde arkası ve yargıdaki derin çelişkiler hakkında daha fazla bilgi edinmek için, okumaya devam edin.
Yargıdaki bu çarpıklıkların ve adaletsizliklerin bir başka yüzü ise, Avrupa Konseyi Gençlik Delegesi ve LGBTİ+ aktivisti Enes Hocaoğulları’nın akıl almaz tutuklanmasıyla ortaya çıkıyor. Sayın Mehmet Yılmaz’ın analizi, Erdoğan rejiminin temel karakterini dünyaya bir kez daha gösterme amacı taşıdığını düşündüğü bu olayın, Hocaoğulları’nın Türkiye’ye gelir gelmez havaalanında gözaltına alınıp tutuklanmasıyla başladığını aktarıyor. Hocaoğulları’na yöneltilen suçlamalar ise “yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” ve “halkı kin ve düşmanlığa tahrik”. Bir sulh ceza hakimi de savcının bu iddialarını kabul ederek tutuklama kararı almış. Peki, bu tutuklamanın ardında yatan gerçekler neydi? Ve bu olay, Türkiye'de ifade özgürlüğünün ne denli tehlikede olduğunu nasıl gözler önüne seriyor? Bu soruların cevapları ve adalet arayışının zorlu yolları hakkında daha fazla bilgi için, okumaya devam edin.
Sayın Mehmet Yılmaz, Hocaoğulları’nın konuşmasıyla "yanıltıcı bilgiyi alenen yayma" suçunu işlemiş olamayacağını vurguluyor, zira Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından polisin gençlere yönelik orantısız, aşırı şiddet içeren ve düşmanca muamelesinin herkesin gözü önünde yaşandığını, hatta gösterilerden sonra evlerine dağılan gençlerin durduk yerde coplandığı videolarının hala dolaşımda olduğunu belirtiyor. "Halkı kin ve düşmanlığa tahrik" suçu için ise “kamu güvenliğine karşı açık ve yakın tehlike” şartı bulunduğunu hatırlatan Yılmaz, Hocaoğlu’nun bu konuşmasından sonra insanların sokağa dökülüp birbirlerine saldırdığına dair hiçbir kanıt olmadığını, hatta bu tutuklama kararı olmasaydı konuşmasından bile haberimiz olmayacağını şaşırtıcı bir şekilde ifade ediyor. Ayrıca, delil karartma ihtimali veya kaçma şüphesi de söz konusu değilken, zira konuşmayı yapan Hocaoğulları’nın uçağa binip memleketine döndüğü belli iken, bu tutuklamanın gerçek amacı neydi? Yılmaz’ın da ifade ettiği gibi, bu olay Türkiye’de nasıl bir rejim altında yaşandığımızı dünyaya gösterme çabasının bir parçası mıydı? Bu sorunun cevabı ve yargıdaki bu çelişkinin geleceğe etkileri hakkında daha fazla detay için, okumaya devam edin.
Değerli okurlarımız, Sayın Mehmet Yılmaz’ın da altını çizdiği gibi, normal bir hukuk devletinde, AYM gibi kararları herkesi bağlayan bir mahkeme böyle bir karar verdiğinde diğer mahkemeler bunu görmezden gelmezler. Ancak ne yazık ki, AKP hukuk düzeninde mahkemelerin bu kararı görüp görmeyeceklerine dahi “Saray’da karar veriliyor”. Bu durum, bizlere bu tür kararlara bakarak çok da ümitlenmemek gerektiğini, zira muktedirin hukuk anlayışının bu olduğunu acı bir şekilde gösteriyor. Türkiye'de adaletin geleceği, adeta bir muamma perdesiyle örtülü dururken, bu ve benzeri haberlerin derinlemesine analizi için https://www.avazturk.com adresini ziyaret ederek gelişmeleri yakından takip edebilirsiniz. Enes Hocaoğulları’nın tutuklanmasıyla Erdoğan rejiminin temel karakterinin dünyaya bir kez daha gösterilmesinin hedeflendiği bu süreçte, hukuk devleti ilkesinin nasıl aşındığını ve yargının bağımsızlığının ne denli kırılgan bir zeminde durduğunu bir kez daha ibretle müşahede ediyoruz. Bu yaşananlar, Türkiye’nin adalet arayışındaki en kritik dönemeçlerden biri olarak tarihe geçecek gibi duruyor.