Türkiye, Buzul Çağının Sisleri İçinde

Toplumsal güvenin dağıldığı, kurumların yıprandığı ve siyasetin kimlik savaşlarına dönüştüğü Türkiye'nin içler acısı hali, ünlü yorumcu Bekir Ağırdır'ın metaforlarla bezeli sarsıcı analiziyle mercek altında. Türkiye'nin küresel karmaşa ve içsel tıkanmışlı

Türkiye, küresel fırtınaların ortasında savrulan, içsel tıkanmışlıklarıyla boğuşan bir gemi gibi, adeta Edip Cansever'in dizelerindeki "dağılmış pazar yerleri"ne benziyor. Günün sonunda toplanmayan tezgâhlar, yerlere saçılmış meyveler ve birbirine karışan sesler… Herkes bir şeyler anlatmaya çalışsa da ne duyan var ne dinleyen. Oysa ki düzenli bir pazar yeri bereketi, karmakarışık olduğunda sadece yorgunluk bırakır ardında. Bu detaylı haber makalesi, www.avazturk.com olarak, Bekir Ağırdır'ın bu çarpıcı tasvirini ve arkasındaki derin analizlerini gün yüzüne çıkarıyor. Ülkenin içinde bulunduğu bu zorlu durumu, küresel olaylarla harmanlayarak, okuyucuyu hem düşündürecek hem de merak içinde bırakacak bir sona doğru taşıyor. Makalenin devamı için okumaya devam edin; asıl sır perdesi en sonda aralanacak!

Bekir Ağırdır'ın ifadesiyle, dünya şu an bir çağ kapanırken diğerine henüz tam olarak açılmayan "donmuş bir zaman aralığında" yolunu bulmaya çalışıyor. Eski düzenin kurumları, kuralları ve kavramları mevcut meseleleri taşıyamazken, yeni olan henüz inşa edilemedi. Bu durumu anlatmak için uzay filmlerinden bir metafor kullanıyor Bekir Ağırdır: Uzay aracının atmosferden çıkarken veya dönüşte girerken 30-40 saniyelik bir dilimde dünya ile iletişimi kesiliyor, göktaşları arasında sarsıntılı bir kısa yolculuk yaşanıyor. Astronotların yüzleri çarpılmış, araç yanacak mı, parçalanacak mı, yoksa geçiş başarılacak mı bilinmiyor. Türkiye'nin de böyle bir zaman aralığında olduğunu, ancak bu sürenin 30-40 saniye değil, belki de 30-40 yıl olduğunu ve bizlerin hala bu sürenin ilk yarısında bulunduğumuzu belirtiyor. Bekir Ağırdır'a göre, tam da bu geçiş anında Türkiye, bir köprü ülke olmanın ötesinde, üç küresel çatışma alanının (ekonomik, siyasal ve kültürel bölüşüm mücadelesinin) tam merkezinde konumlanmış durumda. Üstelik, gezegenin ritim değişikliğinin ve teknolojik sıçramanın zorladığı çağ değişiminin de yaşandığı bir ülke Türkiye. Ne bu kavganın dışında kalabilir ne de sahnenin hakimi olabilir; ancak bu kırılgan merkezilik konumu, Türkiye'yi edilgen değil, yön verici bir aktör olmaya zorlar.

Fakat yön vermek için önce kendi içinde yönünü, hikayesini, toplumsal uzlaşmasını bulmak zorunda Türkiye. Bekir Ağırdır, ülkenin bugün yalnızca ekonomik krizin değil, aynı zamanda bir "anlam krizinin" de içinde olduğunu dile getiriyor. Kurumlar yıpranmış, toplumsal güven dağılmış, siyasal temsil erozyona uğramış durumda. Yurttaşın devletten, bireyin toplumdan koptuğu, kimliklerin birbirine karşı mevzilendiği, hakların lütuf gibi sunulduğu bu düzlemde geleceğe dair bir hikaye kurmanın neredeyse olanaksız göründüğünü vurguluyor. Özellikle eleştirilere, itirazlara ve protestolara karşı gelişen "hoyrat şiddet", "yakarız da yanarız da" haykırışlarıyla verilen gözdağı ve siyasetin mahkemeler eliyle yeniden biçimlendirilmesine tanıklık ettikçe, içimizde umut yerine umutsuzluğun büyüdüğünü ifade ediyor.

Bekir Ağırdır'ın analizine göre, Türkiye'nin kendi içindeki yapısal sorunlar da bu karmaşada yönünü tayin etmeyi zorlaştırıyor. Temel meseleleri dört başlık altında topluyor: Birincisi, devletin taşıyıcı kolonları olan kurumların uzun süredir tarafsızlığını ve etkinliğini yitirmiş olması. Hukukun üstünlüğü ilkesi sadece mahkeme kararlarında değil, gündelik hayatın her anında ve toplumsal vicdanda da zayıflıyor. İkincisi, toplumsal kutuplaşma ve kimlik siyasetinin kalıcılaşması. Siyasetin, farklılıkları yönetme sanatı olmaktan çıkıp, kimlikleri birbirine karşı tahkim etme aracı haline gelmesi toplumsal bütünlüğü zedeliyor. Ortak yarar ve ortak gelecek fikri cılızlaşıyor, ortak yaşama iradesi eksiliyor. Üçüncüsü, ekonomik kriz, yoksullaşma ve gelecek endişesinin yayılması ve derinleşmesi. Yüksek enflasyon, gelir adaletsizliği, genç işsizliği ve sosyal güvencesizlik sadece ekonomik göstergeler değil, aynı zamanda toplumsal huzurun da barometresi haline geldi. İnsanlar yalnızca bugünden değil, yarınından da kaygılı; yatırım, üretim ve tasarruf yerine savunma, kaçış ve idare etme davranışı hakim. Dördüncüsü, siyasetin krizi. Siyasetin seçim kazanmaya, seçim kazanmanın ise kimlik sayımına dönüştüğünü belirtiyor. Siyasetçinin yurttaşa değil, partisine ve lidere bağlı olduğu bir siyasi kültür oluştu. Sorunları çözme kapasitesini yitirmiş bir siyasetin toplumsal itibarını ve güvenini kaybettiğini ekliyor.

Tüm bu karmaşanın, her gün daha da merkezileşen, hesap verebilirlikten ve şeffaflıktan uzaklaşan bir yönetim biçimiyle yönetilmeye çalışıldığına dikkat çekiyor Bekir Ağırdır. Hatta bu merkeziyetçi yaklaşımın şimdi toplumu da, siyaseti de yeniden çerçevelemeye ve bir zihni bakışı hepimize dayatmaya çalıştığını söylüyor. Sorun çözme yeteneğimizin kaybedildiğini, dahası gidişattan kaygılanmaktan öte, geleceğe ortak umudumuzun her gün biraz daha eksildiğini belirtiyor. "Ortak ufkumuzu, yönümüzü kaybettik" diyen Bekir Ağırdır, aslında "bir yönsüz koşu tutturduğumuzu, hiçbir yere varamadan koştuğumuzu" ifade ediyor. Oysa Türkiye'nin çok enerjik bir ülke olduğunu, genç, hareketli, cevval insanlara sahip olduğunu, herkesin bir fikri, bir önerisi, bir tepkisi olduğunu ve herkesin bir hikayesi bulunduğunu hatırlatıyor. Ancak asıl meselenin, bu enerjinin nereye harcandığı, neyi beslediğimiz ve neyi büyüttüğümüz olduğunu vurguluyor. Maalesef çoğu zaman Türkiye enerjisini yanlış yerde, yanlış biçimde ve yanlış zeminde harcıyor. Korkular, öfkeler, kimlikler üzerinden siyaset yapanların bu toplumun enerjisini çözüme değil, gerilime yönlendirdiğini belirtiyor. Sonuç olarak, insanlar yoruluyor ama dinlenemiyor, konuşuyor ama anlaşamıyor, değişiyor ama gelişemiyor. Hatta en çalışkan çocukların bile bu ülkenin dışında nefes almak istediğini ekliyor.

Bekir Ağırdır'a göre bu coğrafyada asıl ihtiyacımız olan şey "yönsüz koşmak değil, nereye koşacağımıza karar vermek". Zeka, gençlik, umut var; ama ortak hayal, ortak kelimeler yok. Ortak zemini yitirdikçe enerjimiz de dağınıklaşıyor. Yıllar, kimin neye hakkı olduğunu, kimin hangi acısının daha meşru olduğunu tartışmakla geçiyor. Oysa hepimiz bu toprağın evladıyız ve ortak iyiyi aramadan hiçbirimizin iyi olamayacağını vurguluyor. Katılım yerine itaatin, müzakere yerine talimatın hakim olduğu bir dilin yayıldığını, oysa bir toplumun enerjisinin sadece gençlerinden ya da ekonomisinden değil, aynı zamanda söz söyleme cesaretinden ve karar alma süreçlerine dahil olma iradesinden beslendiğini belirtiyor. Bugün memleketin en büyük yorgunluğunun yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda "demokratik bir tıkanmışlıktan" da kaynaklandığının altını çiziyor.

Peki, Türkiye bu karmaşadan nasıl bir çıkış yolu bulabilir? Bekir Ağırdır bu soruya cevap ararken, önce cesaretle yüzleşmeye, sonra sakince yeniden düşünmeye ve nihayetinde yeni bir toplumsal mutabakat, yeni bir ortak gelecek tahayyülü kurmaya mecbur olduğumuzu ifade ediyor. Devletin sadece denetleyen, cezalandıran, talimat veren bir aygıt değil, aynı zamanda duyan, dinleyen, eşlik eden bir akıl olması gerektiğini belirtiyor. Ancak uzun zamandır bu topraklarda devletin dilinin yumuşamadığını, yüzünün insana dönmediğini ve vatandaşına güvenmeyen, onu potansiyel sorun olarak gören bir devlet tutumunun zamanla toplumun da devlete güvenini aşındırdığını dile getiriyor. Oysa bu ülkenin insanı yalnızca hizmet beklemiyor, aynı zamanda görülmek, duyulmak ve ciddiye alınmak istiyor. İktidarın da muhalefetin de, kurumların da bunu unutmaması gerektiğinin altını çiziyor.

İşte tam da bu noktada, Bekir Ağırdır, yönsüz bir koşuya daha tahammülümüz olmadığını ve herkesin kendi yoluna gittiği ama kimsenin ortak bir yön duygusuna sahip olmadığı bir memlekette enerjimizin ne kadar yüksek olursa olsun dağılmaya mahkum olduğunu belirtiyor. Türkiye'nin gerçek potansiyelinin sadece genç nüfusunda, coğrafi konumunda ya da girişimci ruhunda değil, aynı zamanda ve her şeye karşın hala içimizde olan "yeniden bir arada onurlu yaşam arzusunda" yattığını ifade ediyor. Bunu mümkün kılan tek yaşam biçiminin ise demokrasi olduğunu vurguluyor. Demokratik bir Türkiye hayal etmenin artık lüks değil, bir zorunluluk olduğunu, çünkü demokrasinin yalnızca seçim değil, bir toplumun birbirine güvenme biçimi olduğunu dile getiriyor. Bu güveni yeniden inşa etmemiz gerektiğini ve bunu ancak kapsayıcı bir dil, adil kurumlar ve ortak gelecek duygusuyla başarabileceğimizi söylüyor.

Bekir Ağırdır'a göre, her krizin içinde bir imkan saklıdır. Türkiye küresel ve yerel düzlemde birçok zorlukla karşı karşıya olsa da, aynı zamanda bu yeni çağda kendi rolünü yeniden tanımlayabilecek tarihsel, kültürel ve toplumsal olanaklara da sahip. Bu fırsatların farkına varmak ve bunları yeni bir ortak hikaye inşasında kullanmak mümkün. Yeni hikayenin diğer bir boyutunun da küresel bir iddia olabileceğini belirtiyor. Her gün Gazze'de, Afrika'da, Batı'nın tüm merkezlerinde ve kararlarında gördüğümüz üzere, ulaşmaya ve kopyalamaya çalıştığımız muasır medeniyetin kendisinin de ekonomik, siyasi ve ahlaki krizde olduğunu ekliyor. Bu bağlamda, "muenete de can verecek, ruh üfleyecek yeni bir iddiayı ve başarıyı dünyanın Türkiye'sinde üretebilir miyiz?" sorusunu soruyor. Siyasetin kimliklere ve kutuplaşmalara sıkışmış olmasına karşın, hala en büyük avantajımızın çoğulcu toplumsal dokumuz olduğunu vurguluyor. Türkiye'nin, çok farklı etnik, kültürel ve mezhepsel kimliklerin bir arada yaşadığı nadir toplumlardan biri olduğunu ve bu çeşitliliğin çatışma kaynağı değil, bir arada yaşam tecrübesinin ve demokratik kültürün zemini olarak görülmesi gerektiğini ifade ediyor. Ortak geleceğin bu farklılıkların temsiliyle mümkün olduğunu belirtiyor.

Asıl büyük avantajımızın ise sahip olduğumuz "müthiş bir krizlerden öğrenme hafızamız" olduğunu dile getiriyor Bekir Ağırdır. Türkiye toplumu defalarca ekonomik, siyasal ve toplumsal kırılmalar yaşamış bir toplum. Aynı zamanda bu coğrafya, 12.000 yıllık insanlığın gelişiminin tüm belleğine sahip. Bu topraklarda bu deneyim birikimi, yalnızca yıkımlar ve kayıplar değil, aynı zamanda direnç, yaratıcılık ve uyum kabiliyetini de içinde taşıyor. Bu hafızanın, önümüze bir ortak ufuk ve ortak hikaye geliştirebilmek için değerlendirilirse, bir toplumsal esneklik avantajına dönüşebileceğinin altını çiziyor. Unutmamamız gerekenin ise, her şeye rağmen hala ayakta kalan toplumsal dayanışmayı örgütleyen, kültürel hayatı canlı tutan, dağlardaki çoban ateşleri gibi kıpır kıpır enerjileriyle gençler, kadınlar, girişimciler, yerellerdeki sivil yapılar, belediyeler, mahalle inisiyatifleri, kadın örgütleri, gençlik örgütleri ve hatta okul aile birlikleri ile öğrenci veli WhatsApp grupları olduğunu belirtiyor. Bekir Ağırdır'a göre, Türkiye'nin gelecek enerjisi rezervleri bunlardır ve güçlendirilir, merkezin baskısından kurtarılırsa, yeni bir toplumsal düzenin temelleri bu yerel güçlerden beslenebilir.

Kısacası, Bekir Ağırdır'ın analizine göre, Türkiye'nin önündeki yol yalnızca zorluklarla örülü değil. Doğru bir yönelme ile bu potansiyeller, yeni bir siyasal tahayyülün, yeni bir gelecek hikayesinin ve küresel iddianın yapı taşlarına dönüşebilir. Yeni bir hikayeye cesaret etmek zorunluluktur, zira Türkiye küresel karmaşanın ve içsel tıkanmanın tam ortasında, bir kavşakta duruyor. Geçmişin hikayesi sona erdi ama yenisi henüz yazılmadı. Bu sessizlik hali ne kadar ürkütücü görünse de, aynı zamanda bir başlangıç anıdır. Hikayesizlik boşluğu hem bir tehdit hem de bir imkandır ve asıl soru, bu boşluğu kimlerin hangi değerlerle, hangi tahayyülle dolduracağıdır. Bekir Ağırdır'ın çağrısı net: Bu yeni hikaye, toplumun tüm renkleriyle birlikte yazacağı, birlikte yaşayacağı bir "biz" hikayesi olmalıdır. Kaygıların değil umutların, kimliklerin değil yurttaşlığın, kutuplaşmanın değil dayanışmanın temel olduğu bir hikaye. Ve bu hikaye önce zihinlerde başlayacak, çünkü geleceğin hikayesi ancak bugünün zihinsel barikatları aşıldığında mümkün olacak. Zor ama imkansız değil. Türkiye'nin geçmişi, bu toplumun cesareti, yaşanmış krizlerden öğrenilmiş dersler ve her şeye karşın hala sönmeyen dağlardaki çoban ateşleri, bu yolculuk için yeterli sermayedir. Kendi gölgesinden korkmayan bir toplum geleceğini ancak kendi elleriyle kurabilir ve bu çağrı bir ideolojinin değil, onurlu, adil ve eşit bir hayatın peşindeki herkesin çağrısıdır. www.avazturk.com olarak takip ettiğimiz bu çağrının ilk muhatabı ise siyasi aktörler ve başta da bugün devletin tüm gücünü elinde tutan, bu gücü hoyratça kullanmaktan kaçınmayan iktidardır. Bekir Ağırdır, iktidarın her aktörüne şu soruyu soruyor: "Memleketin yarı ahalisini hapishanelere kapamanız mümkün mü? Maraş gibi, Çorum gibi bir kısmımızı yakarak meseleleri çözebilmeniz mümkün mü? Her eleştiriyi, her itirazı, her protestoyu şiddetle bastırarak yok etmeniz mümkün mü? Yüzlerce kanalda saatlerce masallar anlatsanız hayat pahalılığını, işsizliği, yoksulluğu, adaletsizliği unutturmanız mümkün mü?". Ve ardından, bu karmaşanın en can alıcı gerçeğini vurguluyor: "Önce çok basit bir gerçeklikte anlaşalım: Yarın sabah bu memlekette hepimiz aynı kadere uyanacağız. Yine aynı kimliklerimizle, karakterlerimizle, tercihlerimizle, umutlarımızla, kaygılarımızla uyanacağız. Başlangıç noktamız, bu basit gerçeği unutmadan, hepimizin onurlu yaşamlarını mümkün kılan düzeni, kurumları, kuralları yeniden düşünmektir. Ancak böyle düşünmeye başlarsak, zihinlerimizde gönüllerimiz de ortak yöne, ortak ufka doğru dönmeye başlayabilir.".

Gündem Haberleri