Türkiye'de yargı sisteminin siyasete müdahalesi, son dönemde yaşanan bir dizi olayla endişe verici boyutlara ulaştı. Mahkeme salonlarında alınan kararlar, sadece hukuki sonuçlar doğurmakla kalmıyor, aynı zamanda siyasi dengeleri derinden etkileyerek demokrasinin temel ilkelerini sorgulatıyor. Bu makale, yargı eliyle siyasete yapılan bu müdahalelerin perde arkasını aralayacak ve sizi bekleyen şok edici gerçekleri adım adım ortaya koymaya devam edecek.
Konuşmacı, Cumhuriyet Halk Partisi'ne (CHP) ilişkin bir davanın ertelenmesini, yargının siyasete müdahalesinin açık bir örneği olarak değerlendiriyor. Hukuk fakültesi ikinci sınıf öğrencisinin bile bileceği üzere, Yüksek Seçim Kurulu'nun (YSK) kararına karşı bir yargı sürecinin işletilemeyeceğini, bunun anayasaya ve mevcut yasalara aykırı olduğunu net bir dille ifade ediyor. Mahkemenin "Sürmekte olan ceza davasının sonucunu bekleyeceğim" diyerek esasa girmesi ve davanın ileri bir tarihe ertelenmesi, konuşmacı tarafından büyük bir şaşkınlıkla karşılanıyor. Ona göre, yargı sisteminin bu hale gelmesi akıl alır gibi değil. Bu müdahalelerle siyaset, toplumun ihtiyaçlarını giderecek bir mekanizma olmaktan çıkıp, topluma rağmen kendisini yapılandıran bir alana kayıyor. Bu durumun, iktidarın yargı ve siyaset anlayışının bir yansıması olduğunu, demokrasilerde olmazsa olmaz koşul olan muhalefeti yok etmeye çalışan bir anlayışın demokrasi olarak nitelendirilemeyeceğini vurguluyor.
Yargının siyasete müdahalesinin bir başka çarpıcı örneği ise İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'na yönelik başlatılan süreç. Konuşmacı, aylar geçmesine rağmen hala bir iddianame hazırlanmamasını, yargı eliyle siyasete müdahale olarak görüyor ve bu durumun bedelini toplumun ödediğini belirtiyor. Ancak yargının siyasete müdahalesinin en çetrefilli hali olarak Kobani Kumpas davasını gösteriyor. Bu davanın, yargının siyasete müdahale etmesinin gerekçesini oluşturmak amacıyla yaratıldığını iddia ediyor. Geçtiğimiz hafta açıklanan gerekçeli kararın on üç ay sonra açıklanması ve on binlerce sayfa yazılmasına rağmen, bu yazıların kopyala-yapıştır yöntemiyle doldurulmuş, adeta bir "torba gerekçeli karar" olduğunu savunuyor. Bu davanın ilk günden çökmüş bir kumpas davası olduğunu ve iddianamenin de bunu net bir şekilde ortaya koyduğunu dile getiriyor. Bu ve benzeri siyasi ve hukuki analizler için https://www.avazturk.com adresini ziyaret edebilirsiniz.
Konuşmacı, on binlerce sayfalık gerekçeli kararın yeni bir cezalandırma yöntemi olduğunu ve birçok kişinin içeride kalmasına neden olduğunu ifade ediyor. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ilgili maddesine göre Selahattin Demirtaş'ın tahliye edilmesi gerekirken "esir alındığını ve tutsak edildiğini" vurguluyor. Üst mahkemenin, yani Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararına rağmen Selahattin Demirtaş ve diğer arkadaşlarının alıkonulmasını siyasi tutsaklık olarak nitelendiriyor. Ayrıca, Selahattin Demirtaş hakkında birçok AİHM kararı olmasına rağmen bunların görmezden gelindiğini ve mevcut anayasanın ilgili maddesinin ihlal edildiğini belirtiyor.
Ve işte bu trajedinin ardındaki asıl çarpıcı gerçek: Türkiye'de yaşanan bu gelişmeler, bağımsız yargı ilkesinin ve hukuk devleti anlayışının ne denli büyük bir tehdit altında olduğunu gözler önüne seriyor. Konuşmacının da belirttiği gibi, bu durumda bir hukuk devletinden, hukuk anlayışından ve bağımsız yargıdan bahsetmek mümkün değil. Yargının siyasi iktidarın bir aracı haline gelmesi, sadece bireysel hak ve özgürlükleri değil, aynı zamanda toplumsal barışı ve demokrasinin geleceğini de derinden sarsıyor. Kobani Kumpas davasının gerekçeli kararının "kumpasın belgesi" olarak nitelendirilmesi, yargı sistemine olan güveni temelden sarsarken, bu durumun Türkiye'yi sürüklediği karanlık tablo, hepimizi derinden düşündürmesi gereken büyük bir sırrı barındırıyor.