Amsterdam, Londra ve New York'un Sırları Ortaya Çıkıyor!
Amsterdam'ın kapitalizmi icadından Londra'nın finansal devrimine ve New York'un dikey şehir dönüşümüne uzanan epik yolculuğu keşfedin. Bu haber makalesi, küresel şehirlerin doğuşunu ve insanlığın kaderini şekillendiren olayları derinlemesine inceliyor.
Dünya tarihinde nadiren görülen bir dizi olay, dört yüz yıl önce küçük bir köy olan Amsterdam'ın kaderini değiştirdi ve bildiğimiz haliyle kapitalizmi icat etmesinin önünü açtı. Avrupa kıtasının en zengin şehri haline gelen Amsterdam, küresel ticaretin genişlemesini ve dünya çapında liberal kapitalizmin yükselişini tetikledi. Hollandalılar arasında, kim olursa olsun herkesin bu büyük ekonomik faaliyete dahil olabileceği bir anlayış hakimdi. Yüz yıl sonra, Amsterdam'ın yerini ana rakibi Londra aldı ve korkunç zorluklara rağmen dünyanın en büyük şehri ve geleceğin megapolisi oldu. Bu muhteşem dönüşümde, New Amsterdam da İngiliz yönetimi altında New York'a evrilerek teknik devrimin bir karakolu haline geldi ve dikey şehri yaratarak kendine yepyeni bir ufuk açtı.
Amsterdam'ın bu destansı yükselişi, 1594 baharında Dam Meydanı yakınlarındaki bir bira üreticisi Martin Spill'in evinde yapılan gizli bir toplantıyla başladı. Bu toplantıda, kereste, tuz ve ringa balığı ticaretiyle uğraşan on tüccar, Portekiz'in Güney Asya ile baharat ticaretindeki karlı tekelini kırmayı hedefliyordu. Amsterdam şehri o döneme kadar ciddi miktarda para biriktirmiş, gemi inşa uzmanlığına sahip insanları bünyesinde barındırıyordu; kısacası, gerçek bir imparatorluk kurmak için tüm malzemeler hazırdı. Bu cesur planın ortasında, Anvers'ten gelen ve bu toplantıya katılan birçok erkek gibi, son yirmi beş yıldır Avrupa'yı kasıp kavuran çatışmalardan kaçan bir mülteci olan dinamik tüccar Dirk van Oss vardı.
Hollanda ve Amsterdam bağımsızlıklarını kazanırken, Avrupa'nın o zamanki en büyük ticaret ve zenginlik merkezi olan Anvers, İspanya Kralı II. Philip'in kontrolünde kaldı. II. Philip'in Katolik olmayanları ya sınır dışı etme ya da mallarını tasfiye etmeleri için üç yıl süre verme politikası, Anvers nüfusunun yarısının, özellikle de daha girişimci olanların şehri terk etmesine yol açtı. Birçoğu Londra'ya veya Almanya'ya gitse de, sonunda sadece iki yüz kişi kökenlerinin bulunduğu Amsterdam'a yerleşmeyi tercih etti. İşte bu dönemde, yeni bir hayatın başlangıcı ve kaçırılmayacak bir fırsat doğdu. Haritacılarla oturup Asya'ya giden rota ve ihtiyaç duyulan gemiler üzerine bir sistem geliştirdiler, bu da "Compagnie Fanfare" (Uzak Topraklar Şirketi) adlı bir şirketin kurulmasına yol açtı.
İlk keşif gezisi için Cornelius de Houtman Lizbon'a gönderildi ve piyasanın önde gelen oyuncularını gözetledi. Toplam 300.000 Hollanda guldeni yatırım yapılan bu sefer, Amsterdam'daki en zengin tüccarların bile nakit olarak sahip olmadığı muazzam bir miktardı. Bu ilk kampanyada düzinelerce tüccar yatırımcı olarak yer aldı. 249 mürettebatla yola çıkan üç geminin yolculuğu iyi gitmedi; iskorbüt ve isyanlarla boğuşan Houtman, Asya'ya yelken açmadan önce aylarca Madagaskar'da kalmak zorunda kaldı. Sonunda Bantam'a (Cava adası) ulaşan Houtman, beklediği baharatları bulamadı ve esir alındı, ancak kaçmayı başardı. 14 Ağustos 1597'de Amsterdam'a döndüğünde, orijinal mürettebattan sadece 80 kişi kalmıştı ve ambarlarında sadece birkaç torba biber ve baharat vardı. Mantıksal olarak tam bir felaket olmasına rağmen, bu küçük grup Portekizlileri alt ettiklerini fark etti ve bunun bir fırsat olduğunu anladı.
Amsterdam'ın küresel hırslarını gerçekleştirmek için gemilere ihtiyacı vardı ve bu ihtiyaca 1594'te, Houtman'ın dönüşünden üç yıl önce, Cornelis Corneliszoon adında büyük bir mucit cevap buldu. Oudegeest köyündeki değirmenleriyle tanınan Corneliszoon, krank milini geliştirerek Hollanda'nın rüzgar enerjisinden yararlanmasını sağladı. Bu basit icat, dairesel hareketi dikey harekete dönüştürerek gemi inşa üretiminde devrim yarattı. Ahşap levhaları otuz kat daha hızlı üretme yeteneği, üretim maliyetlerini önemli ölçüde düşürdü ve büyük gemilerin yapımını çok daha ucuz hale getirdi. Bu patent, Hollandalıların büyük keşiflerine başladığı 1592-1594 dönemine denk geliyordu. İlk başta muhalefetle karşılaşsa da, birkaç yıl içinde yaygınlaşan bu teknoloji, Hollanda'ya yabancı rakiplerine karşı ezici bir üstünlük sağladı ve Amsterdam'ı Avrupa'nın önde gelen tersanesi yaptı.
Sonraki beş yıl boyunca, Asya'ya yetmiş beş gemi gönderildi ve inanılmaz değerli baharatlarla geri dönmeye başladılar, bu da Hollanda Altın Çağı'nın başlangıcı oldu. Bu seferler 9 milyon Hollanda guldeni gelir getirdi, ki bu İspanya'ya karşı savaş sırasında biriken Hollanda'nın ulusal borcunun toplamına eşitti. Ancak tüm bu şirketler rekabet etmeye başladıkça Asya'daki fiyatlar yükseldi ve Portekizliler ile İspanyollar Hollandalılardan ganimetlerini almak istemiyordu. Bu sorunlar, merkezi bir şirket olan ve pazarı tekeline alarak İspanyol ve Portekizlilere karşı kendini savunabilecek olan VOC'nin (Hollanda Doğu Hindistan Şirketi) kurulmasına yol açtı. 1602 Nisan sabahında, Dirk van Oss evinin bir odasını Hollanda Doğu Hindistan Şirketi'nin geçici ofisine dönüştürdü. İsteyen herkes bu yeni şirketin hisselerini satın alabilirdi ve 1143 kişi bu fırsattan yararlandı. Toplamda 3.680.000 Hollanda guldeni yatırıldı, bu türden ilk operasyon için büyük bir başarıydı. Bu, kapitalizmin doğduğu an olarak tarihte büyük bir yer edindi.
Ancak yatırımcılar tek bir yolculuğa yatırım yapmaya alışkın olduğundan ve on yıl boyunca paralarının tutulması gerektiğinden, birçok küçük yatırımcı için bu çok uzun bir süreydi. VOC, çözümü eski köprüde ve yağmurlu günlerde Aziz Olaf Kilisesi'nde buldu; burası insanlık tarihindeki ilk borsa oldu. Süreç, hisse senedi alım satımının köprüde veya kilisede yapılması, ardından anlaşmayı mühürlemek için Hollanda Doğu Hindistan Şirketi genel merkezine yürümeyi içeriyordu. Şirket genel merkezi, günümüzde Amsterdam Üniversitesi'nin bir parçası olup, dünyanın ilk genel merkeziydi; ofisleri, yöneticileri ve yönetim kurulu vardı. Hendrik de Keizer tarafından tasarlanan bu yapı, Antwerp ve Londra borsalarından ilham aldı, ancak Amsterdam Borsası 1611'de açıldığında, sadece ticari malların değil, Hollanda Doğu Hindistan Şirketi hisselerinin de alınıp satıldığı, küresel ekonominin tarihinde bir ilk oldu. Bu arada imzalanan İspanya ile ateşkes, şehrin genişlemesi için kaynaklara sahip olmasını sağladı. Otuz yıl içinde, yaklaşık on kilometrekarelik alan kazıldı, yüzlerce köprü ve üç bin ev inşa edildi. 1585'te otuz bin nüfusu olan Amsterdam, otuz yıl sonra 105.000 nüfusuyla Avrupa kıtasının üçüncü büyük şehri olacaktı. Avaztürk.com gibi platformlar, tarihsel dönüşümlerin bu tür ayrıntılarını nadiren sunar.
Londra'nın öyküsü, 17. yüzyılın başlarında henüz kentsel devrimini yaşamamış, Ortaçağ'da küçük bir şehir olarak başlar. Şehir, eski Roma surlarının içine hapsedilmiş, dar, ahşap evlerle dolu çok küçük bir alandı. Ancak İngiltere'nin büyük serveti burada yuvalanmıştı. VIII. Henry'nin 1534'te Roma Kilisesi'nden ayrılmasıyla, şehrin %60'ını kaplayan tüm Katolik manastırları ele geçirilip saray mensuplarına yeniden dağıtıldı. Bu mülkiyet değişikliği, muhafazakar din adamlarından girişimci tüccarlara geçerek, elli yıl içinde Londra'yı aşırı zengin insanların yaşadığı bir yer haline getirdi. Londra hızla gelişen bir ticaret merkezi olsa da, 17. yüzyılın başlarında Amsterdam'ın çok gerisindeydi.
Londra'nın dönüm noktası, 1608 yazının sonlarında, Henry Hudson'ın Muscovy Şirketi'ndeki toplantısıyla yaşandı. Asya'ya kısa bir rota bulmak için Kuzey Kutbu ve Rusya kıyılarından yaptığı başarısız seferlerle tanınan Hudson, bu kez batıdan Atlantik'i geçerek yeni bir fikir sunuyordu. Ancak işverenleri teklifini reddetti. Bu durum, Londra'daki Hollanda Konsolosu Emmanuel van Metteren'in dikkatinden kaçmadı. Bilgi edinmek için casuslar kullanan Metteren, Hudson'ı Muscovy Şirketi'nden kovulduktan sonra Amsterdam'a davet etti ve onu finanse etmeyi teklif etti. Londra inanılmaz bir fırsatı kaçırmıştı, çünkü Hudson hızla ikna oldu ve bir ay sonra Amsterdam'a doğru yola çıktı.
Hudson, farklı aksanlar, diller ve kıyafetlerle dolu Amsterdam'a geldiğinde şaşkınlık yaşadı. Şehir, ilk borsalarını kurduğu ve kanal şebekesini genişletme fikrini ortaya attığı bir dönemdeydi. Londra'nın aksine, Amsterdam çok etnikli, çok dilli ve mültecilerle dolu karma bir nüfusa sahipti. Avrupa'da hoşgörüsüzlük resmi politika iken, Amsterdam'da bu daha fazla açıklığın kanıtıydı. Protestan zaferine rağmen, Katolik kiliseleri genel ibadethanelere dönüştürülse de, şehirdeki Katolik nüfusun üçte biri inançlarını özgürce yaşayabiliyordu. Hudson, Doğu Hindistan Şirketi genel merkezinde yöneticilerle bir anlaşma yaptı. Ancak bir şartla: önerdiği gibi batıya gitmeyecek, Rusya üzerinden Asya'ya bir kısayol bulmaya çalışacaktı. Hudson, bunun işe yaramayacağına ikna olsa da, sözleşmede gerginliği gösteren bir madde vardı: "Hudson başka bir yol izlemeyi düşünmeyecektir...".
Mayıs 1609'da Rusya'ya yelken açan Hudson, Norveç'e vardıktan sonra mürettebatını ikna ederek Amerika'ya doğru U dönüşü yaptı. Kızılderililerin bahsettiği, kıtanın derinliklerine giden bir su yolunu ararken, daha sonra kendi adını alacak olan Hudson Nehri'ni buldu. Ancak nehir bir çıkmaz sokaktı. Yol boyunca bazı Kızılderili kabileleriyle karşılaştı ve Avrupa'da servet değerinde olan bol miktarda kunduz kürkü gördü. Amsterdam aradığı deniz yolunu bulamamış olsa da, şehir Amerika kıtasına ayak basmıştı. Hudson'ın döndüğü yıl, Amsterdam da dönüşüm geçirdi; küçük bir Ortaçağ şehrinden, kanal kuşağı gibi iddialı bir kentsel genişleme programına başladı. Anvers'ten gelen mültecilerin yerleştiği yeni bir bölge ortaya çıkmıştı. Hendekler, kanal sistemi ve kanal evleri şehri şekillendirdi. Avaztürk.com olarak, bu tür detayların şehir planlamasının temellerini nasıl attığını gözlemlemek önemlidir.
Amsterdam'ın bataklık arazi üzerine kurulmuş olması büyük zorluklar yaratıyordu, zira her binanın sağlam bir temele ihtiyacı vardı. Bu nedenle, yüzlerce gemi İsveç'ten on binlerce ağaç gövdesini Amsterdam'a taşıyordu. Şehrin tamamında metre başına bir direk yerleştirildi, bu da yüzyıl boyunca devam eden sürekli bir çekiçleme sesiyle karakterize edildi. Mülteci evleri yıkıldı ve konut ile ticari alanlar olarak iki yeni mahalle ortaya çıktı; bu, Avrupa şehirlerindeki ilk şehir planlama projelerinden biriydi. Konut alanlarında gürültüye ve kirletici endüstrilere tolerans gösterilmiyordu. İnsanlar kendi evlerini istedikleri boyut ve tarzda inşa etmekte özgürdü, tek kısıtlama arsanın sadece yarısının ev tarafından kaplanabilmesiydi. Amsterdam'daki kanal evleri benzersizdi; her birinin bir bahçesi vardı ve zengin tüccarlar, bankacılar ve iktidar sahipleri tutkulu bahçıvanlardı, şehrin kalbinde saray bahçeleri yaratmak istiyorlardı. Bu kanal evleri, Avrupa evlerinin karmaşık yapısından uzaklaşarak, bir erkeğin, karısının ve çocuklarının yaşadığı "gezelligheid" (rahat, samimi) kavramını pekiştirdi.
Yabancılar, 18. yüzyılın ortalarında Amsterdam'daki kanalların etrafındaki çok sayıda yüksek değerli evden ve hiçbir hükümdarın bulunmamasından şaşkınlık duyuyorlardı. Kamu binalarının bile saraylar gibi inşa edilmesi onları etkilemişti. 1623'te Hollanda Batı Hindistan Şirketi'nin kurulmasıyla Amsterdam, toplumsal tasarımını Atlantik'in ötesine ihraç etmeye başladı. Bir yıl sonra, şirket yeni kolonisine katılmak üzere Amsterdam'daki merkezden gönüllüleri davet etti. Altın Çağ'da Hollanda'da yerleşimci bulmak zordu, bu yüzden genellikle kaybetmekten çekinmeyen, maceracı gençler, özellikle de Fransızca konuşan Flaman bölgesinden gelenler bu maceraya katıldı. 1624'te birkaç düzine gönüllü bu Amerikan macerasına katıldı.
1640 yılında, Batı Hindistan Şirketi, kolonide ticareti ilgilenen herkese açmaya karar verdiğinde durum değişmeye başladı. Başarılı Hollandalı ticaret şirketleri oğullarını New Amsterdam'a göndererek şube ofisleri kurdular. On beş yıl içinde, New Amsterdam'ın nüfusu beş katına çıkarak 4.000'i aştı ve okyanusun öbür ucundaki büyük metropolün küçük bir modeline dönüştü. Tuğla evler ve kanallar, Hollanda Cumhuriyeti'ne benziyordu. New Amsterdam'ın ilk izleri artık görünmese de, Manhattan'ın güney ucundaki dar Wall Street (Duvar Sokağı) ve gökdelenler bu mirasın bir parçasıdır.
Bu yeni kıtada, New Amsterdam gibi küçük bir koloni savunmasızdı, bu yüzden kuzey kenarına bir duvar örüldü. Bu duvar, Hint kabilelerine karşı değil, New Amsterdam'ın iki İngiliz komşusu olan Boston ve Philadelphia'ya karşı bir korumaydı. İngiltere ve Hollanda Cumhuriyeti arasında Avrupa'da savaş çıkıyordu. 1664 yılında, New Amsterdam İngilizler tarafından ele geçirilerek New York oldu. İngilizler son derece gizli bir şekilde Yeni Amsterdam'a yelken açtı ve sakinleri ile valiyi şaşırttı. Pieter Stuyvesant, 17 yıl boyunca bu Hollanda kolonisini yönetmişti. İngilizlere karşı New Amsterdam'ın hiç şansı yoktu, bu yüzden Stuyvesant düşmanlarını evine davet etmekten başka seçeneği kalmadı. İlginç bir şekilde, İngilizler fethettikleri şehre neredeyse her şeyi bıraktılar; sakinlerin mülklerini korumalarına, istedikleri gibi ticaret yapmalarına ve şehir meseleleri hakkında karar verme haklarını saklı tutmalarına izin verildi. Amsterdam'dan gelen ticaret gemileri hala hoş karşılanacaktı. Hatta yirmi yıl sonra bile, Hollanda Cumhuriyeti'ndeki noterler hala Hollandalı yerleşimcileri "Yeni Hollanda"ya göndermek için belgeler yazıyordu.
- yüzyılda Avrupa'dan Amerika'ya gelen büyük göçmen dalgaları, New York Limanı'na ve ilk olarak Manhattan'a ayak basarak, bu karma dilli ve çok inançlı topluma katıldı. New York'un benzersizliği, ticari bir yer olarak kurulmuş olmasından geliyordu. 1643'te, Yeni Amsterdam'ın nüfusu sadece 500 iken, bir ziyaretçi orada 18 dil konuşulduğunu belirtmişti. Bu nüfus karışımı, New York şehrine aktarıldı ve ona bugünkü kimliğini veren şey oldu. Haarlem, Broadway, Brooklyn, Coney Island ve Staten Island gibi New York'taki yer adları, Hollanda kökenli mirasın kanıtıdır.
Londra'nın tarihinde dönüm noktası, 1665'teki Veba salgınıyla on binlerce can kaybı ve ardından 1666'daki Büyük Londra Yangını oldu. Fırında başlayan yangın, dokuz can almasına rağmen yüz binden fazla insanı evsiz bıraktı ve şehrin üçte birini yok etti. Ortaçağ şehri yok olmuştu, yerine yeni bir şehir inşa edilebilir hale geldi. Bu felaket, Londra'nın moderniteye ilk adımını atmasına yol açtı. Şehrin nüfusunun yarısı yangından kaçarak kamplarda yaşarken, kimse ne yapacağını bilmiyordu. Bu boşluğa iki güçlü çıkar geldi: ticaret çıkarları, yani "hadi inşa edelim, oyalanacak vaktimiz yok" diyenler ve hızlı hareket etme fırsatını görenler. Cevap Christopher Wren'deydi, parlak bir matematikçi ve yetenekli bir mimar. Wren, Fransa'dan getirdiği tasarımlarla kral Charles II'nin önüne tamamen yeni bir şehir planı serdi. Avaztürk.com olarak, bu tür felaketlerin şehirlerin mimarisini nasıl kökten değiştirdiğini görmek ilginç.
Wren, Ortaçağ kentinin izlerini silmek ve geniş meydanlar ve caddelerden oluşan, kıtanın diğer büyük şehirlerine benzeyen bir kraliyet başkenti inşa etmek istiyordu. Ancak Londra her zaman para kazanmakla ilgili olduğundan, bu devlet destekli planın uygulanması uzun zaman alacak ve para kazanma işini aksatacaktı. Bu nedenle şehir, eski planının ana hatları üzerinde tuğla evlerle yeniden inşa edildi. Londra, kalabalık bir yerden yoğun bir ticaret merkezine dönüşmeye başladı. Wren'in şehir planı gerçekleşmese de, St. Paul Katedrali'nin yeniden inşasından sorumlu oldu; bu, o dönemde Avrupa'nın en büyük binasıydı. Londra'nın en büyük sabiti değişim oldu; hiçbir zaman planlanmadığı için kolayca yeniden inşa edilebilir ve adapte edilebilirdi. Böylece, Wren'in mükemmel şehir tasarımının başarısızlığı, bildiğimiz şehrin yolunu açtı. Londra ticari hale geldikçe, yaşamak için daha az moda bir yer haline geldi ve zenginler batıya, daha büyük evlere, bahçeleri olan, dikkatlice planlanmış meydanların etrafına taşındı.
Meydanlar, Covent Garden'ın yaratılmasıyla kırk yıl önce ortaya çıkan, aristokratların zenginlik kazanmasının iyi bir yolu haline geldi. Kral, saray mensuplarından birine toprak verir, onlar da bunu girişimcilerle geliştirerek gelir elde ederdi. Bu yaratıcı sistem sayesinde Batı Londra'nın şık semtleri gelişti. 18. yüzyılda, meydanların ortasında küçük, seçkin parklar yer alıyordu ve sadece karşısındaki evlerin sakinleri erişebiliyordu. Nicholas Barbon, bu tür mülk projelerini başlatan ilk spekülatif geliştiriciydi. Barbon, Büyük Yangın'dan hemen sonra Londra'ya dönerek, inşaatı ticari bir girişim olarak gördü ve önemli bir servet biriktirdi. Onun bu hızlı büyüme modeli, düzinelerce başka geliştirici tarafından taklit edildi.
Amsterdam'ın düşüşü, yavaş bir gerileme sürecinin ürünüydü. 1672'deki savaş, ülkeyi yoksullaştırdı ve birçok sanatseveri mahvetti. Ünlü ressam Vermeer bile müşterisiz kaldı ve bir daha asla eski haline dönemedi. Hollandalı deniz ressamları, Van der Veldt ve Elder gibi, yeni müşterilerini İngiltere'de buldular. 1715'te Hollanda Cumhuriyeti'nin kredilerini azaltan ve güçlerini dağıtan belirleyici bir adım atmasıyla düşüş hızlandı. Hollanda Cumhuriyeti borçlarını ödeyemez hale geldi. 18. yüzyılın başında Amsterdam hala büyük bir başkent olsa da, kalbi orada değildi.
- yüzyılın başlarında Britanya İmparatorluğu genişlemeye devam ettikçe, dünyanın dört bir yanından ürünler Londra'nın Doğu Yakası'na (East End) gelmeye başladı. Ancak Londra limanı bu mal akışına hazır değildi. Thames Nehri boyunca rıhtımların ve limanların inşasıyla gemilerin ambarlarını çok daha hızlı boşaltması sağlandı. Her liman farklı bir ticaret türünde uzmanlaştı: kereste, tahıl, et, şeker, rom. Ham madde akışı, büyük bir endüstriyel komplekse yol açtı; bu da Doğu Yakası'nın temelini oluşturdu. East End, İngiltere'nin önde gelen limanı ve kendi başına ikinci büyük şehri haline geldi. Demiryolları ve ardından metro inşa edildiğinde Londra bir devrim geçiriyordu. 19. yüzyılda bir demiryolu inşa etmenin yolu, özel parlamento yasaları çıkarmak, başkalarının topraklarından geçmek ve evlerini satın almaktı. Demiryolları Londra'nın daha fakir bölgelerinden geçtiğinde, insanlar dağılmıştı. Toprak sahipleri kiracılarını dışarı atmaktan ve arsalarını demiryolu şirketlerine satmaktan memnuniyet duyarken, yoksullar tamamen göz ardı edildi. Bu durum, daha fazla gecekondu mahallesi oluşturarak yoksul bölgeleri daha da yoğunlaştırdı. Gustave Doré'nin gravürleri, demiryollarının neden olduğu yıkımı ve gecekondu mahallelerinin kötü koşullarını tasvir ediyordu.
Londra, kitlesel yoksulluk, sanayi bölgeleri ve gecekondu mahalleleriyle doluyken, aynı zamanda en olağanüstü zenginliğin başkentiydi. Prens Naip'in (gelecekteki Kral IV. George) favori mimarı John Nash tarafından tasarlanan Regent Caddesi, Londra'yı sosyal olarak böldü. Regent Caddesi'nin doğusunda gecekondu mahalleleri, diğer tarafında ise şık West End vardı. Regent Caddesi, aynı zamanda ilk mimari olarak homojen yapıyı da yarattı, parlak bir şekilde tasarlanmış ve Londra'nın toplumsal fay hatlarını takip ediyordu.
New York'ta, 19. yüzyılın ilk yarısında en muhteşem dönüşümlerden biri Cherry Street'te yaşandı. Bir zamanlar şık bir cadde olan Cherry Street, kitlesel göç, ekonomik büyüme ve kentsel patlama nedeniyle değişti. Manhattan bir ada olduğu için, nüfus artışı ancak dikey olarak veya her bloğa daha fazla insan sıkıştırılarak karşılanabilirdi. Yeni bir yapı türü ortaya çıktı: gecekondu evleri. Bu apartmanlar her parseli dolduruyordu, sakinlere ne ışık ne de nefes alacak alan bırakıyordu. Banyo imkanları yoktu ve küçük odalarda on beşten fazla insan yaşayabiliyordu. Konutlarda hazır giyim sektöründe olduğu gibi çok fazla iş yapılıyordu. 1870'te New York nüfusunun yarısından fazlası gecekondu evlerinde yaşıyordu ve 19. yüzyılın sonuna doğru burası dünyanın en kalabalık yeriydi. Yerel yetkililer mevzuat çıkarmaya çalışsa da, Jacob Riis gibi bir suç muhabiri, 1889'da "Diğer Yarının Nasıl Yaşadığı" adlı kitabıyla bu gerçeği belgeleyerek tabuyu yıktı. Flaş tozlu fotoğrafçılığı kullanarak, Gotham Court ve Cherry Street gibi yerlerin yüzlerce fotoğrafını çekti ve halkı konut reformunu desteklemeye ikna etti. Avaztürk.com olarak, bu tür sosyal değişimlerin nasıl tetiklendiğini görmek, tarihten ders çıkarmak için önemlidir.
1851'deki Büyük Sergi için Londra'da inşa edilen Joseph Paxton'ın Kristal Saray'ı, prefabrik dökme demir ve camdan yapılmış ilk büyük binaydı. Bu bina sekiz ayda inşa edildi ve altı milyon ziyaretçi ağırlayarak büyük bir başarı elde etti. Londra'nın en büyük rakibi New York da hemen kendi sergisini düzenledi ve kendi Kristal Saray'ında Bay Otis'in asansörünü sergiledi. Bu, New York'un daha yüksek seviyelere ulaşma yarışındaki ilk sıçramasıydı. Üç yıl sonra, James Bogardus ilk prefabrik dökme demir binalarını inşa etti ve Londra'daki Kristal Saray için kullanılan yöntemi çok daha küçük oranlarda bir binaya uyarladı. Bu binalar yedi veya sekiz katlıydı ve son derece uyarlanabilirdi. Dört yıl sonra, bu tür bir bina olan Horwatt binası, nihayet asansörle tanıştı.
1870'te, Manhattan hala küçük binalardan oluşan, oldukça yatay bir şehirdi. Londra'da ise Thames Nehri'nin kirliliği dayanılmaz hale gelmişti, "Büyük Kokuşma" adı verilen bir dönem yaşanıyordu. Milletvekilleri burnuna mendil dayayarak toplantı odalarından ayrılmak zorunda kalıyordu. Parlamento, atık su toplama ağının inşasına oy verdi. 1878'deki Prenses Alice gemi kazası, nehrin kirliliği nedeniyle altı yüz kişinin zehirlenerek ölmesine yol açtı. Londra, 1873'te de sis ve dumanın birleşimi olan ölümcül hava kirliliği dönemleri yaşadı; bir olayda sekiz yüz kişi hayatını kaybetti. Bu sisler, Monet gibi Empresyonist sanatçıları da etkiledi. Aralık 1952'deki dört günlük sis, on binden fazla can kaybına yol açtı ve Parlamento nihayet kömür yakıtlı ısıtmayı yasaklayan yasayı çıkardı.
New York'taki ilk gökdelen ne bir konut ne de bir ofis bloğuydu; Brooklyn Köprüsü'ydü. 100 metreden fazla yüksekliğe ulaşan pilonlarıyla, Manhattan ile dünya arasındaki bağlantıyı kurdu. Köprü, New Yorklular için yeni bir boyutun başlangıcıydı. John Roebling'in çelik kabloları ve caisson teknolojisi kullanılarak inşa edilen köprü, Roebling'in oğlunu felç etse de, eşi Emily projeyi devralarak tamamladı. 1900 yılına gelindiğinde New York'un nüfusu 3.4 milyona ulaşarak ilk Amerikan megapolisi oldu ve dünyanın en büyük şehri olan Londra'yı avucunun içine aldı.
"Gökdelen" terimi, New York'un kentsel manzarasına atıfta bulunur ve kavramın ortaya çıktığı şehirdir. Şehirdeki kilise çan kuleleri ve gemi direkleri, gökdelenlerin ilk örnekleriydi. 19. yüzyılın sonunda, üç büyük gazete merkezi, en yükseğe çıkanın kazanacağı bir rekabete girdi. New York Tribune (1876, 11 kat), Times Binası (1889, 15 kat) ve New York World Binası (19 kat) bu rekabetin öncüleriydi. Çelik iskelet teknolojisiyle artık yükseklik sınırı yoktu, tek sınır inşaatçının parasıydı. 15 yıl sonra, Woolworth Binası (1913), 241 metre ve 57 katıyla Manhattan'ın ilk sembolik gökdeleni oldu. Frank Woolworth'un sahibi olduğu bu bina, Gotik mimariye ve Avrupa katedrallerine bir saygı duruşuydu. Binanın giriş holü, bir kiliseyi andırıyor ve ticaret tanrıçası, çalışanların ilahiyatını simgeliyordu. Avaztürk.com, bu tür mimari şaheserlerin şehirlerin kimliğini nasıl şekillendirdiğini sürekli takip etmektedir.
Woolworth Binası'nın açıldığı Birinci Dünya Savaşı arifesinde, New York yeni boyutunu bulmuştu. Manhattan'da yükselen gökdelenler, "ufuk çizgisi" denen yeni bir kavramın doğmasına neden oldu ve bu manzara kısa sürede tüm dünyaya yayıldı. Londra'nın West End'i de genişlemeye başladı; 19. yüzyılda teraslı evlerin iç mekanları, seri üretilen dekoratif eşyalar ve yeni boyalar sayesinde çok daha renkli hale geldi. Londra'nın nüfusu 1850 ile 1900 arasında üç katına çıkarak 20. yüzyılın başında altı milyona ulaştı. Ancak bu refah, eşitsizliklerle doluydu. Karl Marx'ın "Das Kapital"i Londra'da yazması ve 1886'da West End isyanlarının patlak vermesi, şehrin sosyal sorunlarını gözler önüne serdi. Charles Booth'un "Londra Halkının Yaşamı ve Emeği" adlı çalışması (1902), yedi farklı renkte zenginlik ve yoksulluğun sosyal coğrafyasını haritalayarak, Londralıların üçte birinin yoksulluk sınırının altında yaşadığını gösterdi.
New York'ta ise Central Park çevresi, yeni Amerikan ekonomisinin milyonerlerinin küçük şatolarını, yani konaklarını inşa ettiği bir yer haline geldi. John Rockefeller, Andrew Carnegie ve Henry Clay Frick gibi endüstri patronları, bu bölgelerde muazzam servetlerini sergiliyordu. Ancak Birinci Dünya Savaşı'nın bitiminden hemen sonra, bu küçük saraylar birbiri ardına kaybolmaya başladı. Yerine çok daha yüksek, inanılmaz lüks ama daha karlı ve göz alıcı binalar inşa edildi; Dakota gibi "gökyüzündeki saraylar" bunlardan biriydi. Marjorie Hutton gibi zengin mirasçılar, on yedi banyosu olan elli dört odalı devasa dairelerde yaşıyordu. William Randolph Hearst ise Gotik tarzda dekore edilmiş, Avrupa'dan ithal unsurlarla dolu üç katlı bir oturma odasına sahip bir daireye sahipti. Amerikan ekonomisinin sınır tanımadığı bu dönem, 1929 Wall Street çöküşüyle aniden sona erdi.
New York mimaride devrim yaratırken, Londra geleceğin kentsel yapısını Ebenezer Howard'ın "Bahçe Şehir" projesiyle icat ediyordu. Howard, yoksulluk sorununu şehrin yoğunluğunun bir yan ürünü olarak görüyordu. Onun büyük fikri, kırsalın huzuru ile şehrin ekonomik fırsatını birleştirmekti: kasabayı doğada yeniden inşa etmek. Bu, Sanat ve El Sanatları Hareketi'ne dönüştü ve yerel evler, açık planlı iç mekanlar ve çiftçilikle çevrili, yıldız şeklinde bir yol ağına sahip bir kasaba inşa ettiler. Bu yaklaşım sadece bir kez işe yarasa da, Howard'ın buluşu hemen insanların hayal gücünü yakaladı ve sıfırdan bir şehir yaratmanın temeli oldu. Letchworth'taki Spirella fabrikası gibi yerler, çalışanlarına ortalama bir İngiliz işçisinden çok daha üstün ayrıcalıklar sunuyordu. Letchworth fenomeni, kısa sürede İngiltere sınırlarının ötesinde, Paris, Brüksel, Berlin ve hatta Tokyo'da ilgi gördü.
1910'ların başlarında New York'ta, Equitable binası (1915, 164 metre, 44 kat) gibi yeni bir ölçekte gökdelenler ortaya çıktı. 48 asansör ve 50.000 çalışanıyla devrim niteliğindeydi. Ancak komşu binaların ışığını çalarak rahatsızlık yaratıyordu. George Burdett Ford'un 1916'da kabul edilen şehir planlama yönetmelikleri, bu sorunu çözdü. Bu yönetmelikler, binaların belirli yüksekliklerde geri çekilmelerini ve arsanın %25'inin istenilen yüksekliğe kadar inşa edilebilmesini öngörüyordu. Bu, Empire State Binası ve yüzlerce Manhattan gökdeleninin arkasındaki reçeteydi. Bu teknik formül, hızla ziggurat mimarisi adı verilen tamamen yeni bir stile yol açtı. New York'un en ünlü binalarının çoğu, 1916 yönetmeliğinin sonucudur. Borsa yükselişi ve gökdelenlerin yükselişi iç içe geçti. Chrysler Binası ve Empire State Binası gibi büyük gökdelenler, Wall Street'in çöküşüne rağmen inşa edildi. Empire State Binası'nın dehası, inşaat yönetimindeydi; günde bir kat ortalamasıyla, bir yıldan biraz fazla bir sürede tamamlandı. Ancak açıldığında ofislerinin sadece dörtte biri kiracılıydı.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Londra, Luftwaffe'nin yoğun bombardımanına maruz kaldı ("Blitz" 1940-1941). Londra, o zamanlar dünyanın en büyük şehriydi ve düşük yoğunluklu megapolisi en büyük gücüydü. Blitz otuz bin can aldı ve İngiltere'nin başkentinin çehresini sonsuza dek değiştirdi. Ancak Londra'nın fiziksel olarak kendini yenileme yeteneği, Büyük Yangın ve demiryolları döneminde olduğu gibi, en önemli özelliğiydi. Savaşın sonunda, şehir eski halinin sadece bir gölgesiydi ve kendine yeni bir hikaye yazmak zorundaydı. Margaret Thatcher'ın finans piyasalarını düzenlemeyi kaldırmasıyla Londra ikinci bir rüzgar yakaladı. Avaztürk.com gibi medya kuruluşları, bu dönüşümleri yakından takip etti ve geleceğe ışık tuttu.
Bu karar, Londra'nın eski şehrinin planlanmasını da etkiledi. Finans piyasalarının akını, şehrin dikey olarak ilerlemesini zorunlu kıldı; gökdelenler inşa etmek zorunda kaldı. Londra'nın eski rıhtımları da iş merkezlerine dönüştürüldü. Artık gökdelenler, Londra şehrinin sınırlarının ötesine, Canary Wharf gibi bölgelere yayıldı. 241 metre yüksekliğindeki The Shard, ofislerin yanı sıra lüks daireleri de barındırıyor.
New York'ta ise, 1930'lardan beri yüzlerce cam bina inşa edilmiş olsa da, hiçbiri şehrin ufuk çizgisinin muhteşem başlangıcını unutturmadı. Yeni bir gökdelen türü olan "Süper Yüksek Binalar", 425 metre yüksekliğinde ve 88 katlı. Bunlar, lüks konut kuleleri olup, kökeni Cornelius Vanderbilt'in Grand Central Terminali'ne kadar uzanıyor. Mühendis William Wilgus'un binaların raylar üzerine inşa edilmesi fikri, "hava hakları" kavramını ortaya çıkardı. Bu kavram, bir mülk sahibinin kullanılmamış dikey alanını başka bir geliştiriciye satarak, onların yetkili sınırın üzerinde daha yüksek binalar inşa etmesine olanak tanır. Günümüzde bu, çok küçük bir arazi parçasına inanılmaz derecede yüksek yapılar inşa etmeyi mümkün kılıyor.
Bu yeni süper uzun kulelerdeki daireler Manhattan'daki en pahalı daireler arasında yer alıyor, bazıları yüz milyon doların üzerinde fiyatlarla satılıyor. Bu pazar talebinin bir kısmı, belirsiz geleceği olan ülkelerde muazzam servetler üreten insanlardan geliyor. Rusya, Orta Doğu ve Asya ekonomilerinden gelen çok zengin insanlar New York City'de gayrimenkule yatırım yaparak, bu binaları esasen paralarını park edecekleri bir yer olarak kullanıyorlar. New York'ta bir dönem sona eriyor; Manhattan'ın kralları artık ofis binaları değil, daireleri çoğunlukla ikinci evler olan konut gökdelenleri olacak. Dünyanın dört bir yanından gelen servetler ufuk çizgisine hükmedecek. Bu, temel amacı her zaman dünyayı fethetmek olan bir şehir için garip bir ters durumdur. Amsterdam, Londra ve New York'un yükseliş ve dönüşüm hikayeleri, insanlığın kentsel gelişim ve küresel güç arayışındaki karmaşık yolculuğunun bir yansımasıdır.