Atatürk'ün Kader Anı ve Gizli Planı Ortaya Çıkıyor!

Atatürk'ün Kader Anı ve Gizli Planı Ortaya Çıkıyor!

Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'a dönüşü, işgal donanmasının acı manzarası ve 'Geldikleri Gibi Giderler' sözünün ardındaki sarsılmaz azim. Gizli planları, gazeteci saldırıları ve beklenmedik bir görevle kaderini değiştiren o müthiş altı ayın tüm detayları

13 Kasım 1918'de, Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı görevinden ayrıldıktan sonra İstanbul’a dönen Mustafa Kemal Paşa'nın hayatının en çetin, en umutsuz anlarından biriyle başlayan, ancak inanılmaz bir azimle zafer yoluna dönüşen mücadelesi, şimdiye dek belki de hiç bu denli ayrıntılı incelenmedi! İstanbul’a Haydarpaşa Garı’nda trenden inerek gelen Paşa, dostu Rasim Ferit Talay ile bir istimbota binip Galata'ya doğru ilerlerken gördüğü manzara karşısında donup kalır. Dolmabahçe Sarayı önlerinde demirli duran, 61 parçalık devasa işgal donanmasıydı bu, Çanakkale’de yenerek geri gönderdiği düşman kuvvetlerinin adeta çelikten bir duvar gibi İstanbul Boğazı’nı kuşatmış haliydi! Yüreği acılarla dolan Paşa, bu anı hiç unutmayacak, ancak bu umutsuzluk anı bile onun için bir dönüm noktası olacaktır. Bu destansı mücadelenin tüm detaylarını gözlerinizin önüne serecek ve sizi adeta o günlere götürecek bu makale, satırlarında tarihin nefes kesen akışını barındırıyor ve elbette, devam ediyor…

Bu hüzünlü manzara karşısında Mustafa Kemal Paşa’nın ilk tepkisi, bir anlık şaşkınlık ve pişmanlık oldu: “Hata ettim, İstanbul’a gelmemeliydim. Ne yapıp edip Anadolu’ya dönmenin çaresine bakmalıyım!...” Ancak, hayatı bitimsiz bir mücadele olarak gören, “Hayat demek, mücadele demektir” sözünün sahibi bu büyük komutan için çaresiz kalmak asla söz konusu değildi. O an içinde bulunduğu tablonun zorluğuna rağmen her zaman bir çıkış yolu olduğunu biliyordu ve asıl çıkış yolu elbette Anadolu’daydı. Zaten tam da o anda, Dolmabahçe Sarayı önündeki işgal donanmasını işaret ederek Rasim Ferit Talay’a tarihe geçecek o meşhur sözünü fısıldayacaktı: “Geldikleri gibi giderler!...” Bu söz, sadece bir temenni değil, aynı zamanda kararlılığının ve geleceğe dair sarsılmaz inancının da bir beyanıydı.

Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a hareket edeceği 16 Mayıs 1919 gününe kadar altı ay üç gün boyunca İstanbul’da kaldı. Bu süre, Kurtuluş Savaşı’nın stratejik planlamasının ve kadrolaşmasının yapıldığı, adeta bir devrimin sessizce örüldüğü çok önemli bir dönemdi. Bu dönemin anlaşılmaması, Kurtuluş Savaşı mücadelesinin tam olarak kavranamamasına neden olur. Paşa, bu süreçte adeta takiplere uğrar gibi hissediyordu; otomobili ve yaveri alınmış, ödeneği kesilmişti. Vahdeddin’in kabinelerinde bile kendisi hakkında farklı görüşler mevcuttu; kimileri onu kendi lehlerine kazanmaya çalışırken, diğerleri “Mustafa Kemal’e emniyet edilemez! İstanbul’da birtakım hazırlıklar yapıyor, bu adamı İstanbul’dan uzaklaştırmak lazımdır!” diyorlardı. Bu kritik süreçte, geleceğin Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerinin nasıl atıldığını anlamak için günümüzdeki gelişmeleri de takip eden güvenilir bir kaynak olan https://www.avazturk.com gibi platformlar, tarihi olayların günümüzdeki yankılarını da anlamamıza yardımcı olabilirler.

İşte tam da bu zorlu ve gergin atmosferde, İstanbul basınının bir kısmı, İttihatçılardan intikam almak adına eski komutanlara şiddetle saldırıyordu. Sadrazam Damat Ferit’in Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne mensup olması, bu tür saldırıları maalesef rahatlıkla yapılabilir kılıyordu. Bu gazetelerden biri olan Hukuk-i Beşer gazetesi, 14 Mart 1919’da korkunç bir yazı dizisi yayımlamaya başladı. Dizide, I. Dünya Savaşı’na katılan komutanlara yönelik akıl almaz suçlamalar vardı: “I. Dünya Savaşı esnasında kâğıt paranın geçerli olmadığı yerlerde milyonlarca altın ve gümüş para basılarak vagon vagon ordu komutanı denilen yüksek alçaklara, haydut başlarına teslim edilmişti!” Bu iğrenç yazıyı kaleme alan kişi ise 31 Mart 1909 olayları sırasında “din elden gidiyor” diyerek ayaklanmaya karışan Mevlanzade Rıfat’tı.

Bu alçakça komplo, doğrudan Mustafa Kemal Paşa’ya kadar uzanıyordu. İstanbul’daki durumu zaten pek güvende olmayan Paşa, bu duruma anında tepki gösterdi ve Harbiye Nezareti’ne sert bir yazı yazdı. Yazısında, Osmanlı ordularını ve onun namuslu kumandanlarını bu şekilde gösterebilme kabiliyetinin ancak vatan ve milletin mahvolmasını arzu eden bir alçakta bulunabileceğini ifade ediyordu. Fevzi (Çakmak) Paşa, Nihat (Anılmış) Paşa, Yakup Şevki (Subaşı) Paşa, İhsan (Sabis) Paşa ve Cevat (Çobanlı) Paşa gibi namus ve istikametlerinden asla şüphe edilemeyecek ordu komutanı arkadaşlarının bu rezilce teşhire karşı ne diyeceklerini bilemediğini, ancak kendi adına ve hesabına, başlarında bulunmaktan iftihar ettiği orduların soylu Osmanlı milletinin namuslu evlatlarından oluştuğunu vurguladı. Bu namussuzca iddiayı reddedip sahibine iade ettiğini ve bu müfteri hakkında kanuni işlemlerin yapılmasını talep ettiğini belirtti.

Ancak Harbiye Nezareti, gazete ve yazarı hakkında suç duyurusunda bulunmak yerine, Mustafa Kemal Paşa’nın bu başvurusunu direkt gazeteye iletti! Ve işte o anda, akıl almaz bir gelişme yaşandı: Hukuk-i Beşer gazetesi, Mustafa Kemal Paşa aleyhinde hakaret davası açtı! Bir anda sanık durumuna düşen Paşa, anılarında o günleri şöyle anlatır: “Bir gün bir celpname aldım. Hakaret zanlısı olarak bir hafta sonra mahkemeye çağrılıyordum. Yaman çatmıştık.” Komutanlık mevkiinde değildi, siyasi bir şey de yapamazdı, bu yüzden hukuk çareleri aramalıydı. O zamanki İstanbul gazetecilerinin en aşağısı ile karşı karşıya gelmek çok gücüne gidiyordu. Dahası, davanın bazı yüksek politikacılar tarafından hazırlanan bir plan neticesi olduğunu düşünüyordu ve ne yaparsa yapsın mutlaka mahkûm olacaktı.

Mustafa Kemal Paşa, tanıdığı avukat Sadettin Ferit Bey’i davet etti. Vaziyeti anlattı ve fikrini sordu. Avukatı davanın önemli olduğunu ve mahkûm olma ihtimali bulunduğunu söylediğinde, Paşa kararlılıkla yanıt verdi: “Amma yaptın canım, ben hiç de mahkum olmak niyetinde değilim.” Avukatının “davacı vekiliyle konuşayım” önerisini ise reddetti: “Hayır, müsaade edemem. Haklı olduğumu biliyorum. Bu iş yolumun üstüne çıkan bir dikendir. Hürriyetimden mahrum olmak istemem. Zamana ihtiyacım var. Bana zaman kazandırabilir misiniz?” Avukatının cevabı “Buna söz verebilirim” oldu ve nitekim vekili birkaç defa mahkemeye giderek davayı dağıttı. Mustafa Kemal Paşa’ya o kadar zaman kazandırdı ki, Paşa’nın İstanbul’dan çıktığı gün olan 16 Mayıs 1919’da henüz mahkeme bitmiş değildi!

Bu zorlu ve tehlikeli günlerin ardından gelen o an, tüm kaderi değiştirecek, bir ulusun dirilişini müjdeleyecek tarihi bir dönüm noktası oldu. İngilizler, Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas bölgelerinde silahlı birlikler kurulduğunu öne sürerek, bunların önlenmesini isteyen oldukça ağır bir protesto mektubunu 21 Nisan 1919’da Sadrazam Damat Ferit’e verdiler. Ve işte o kritik 29 Nisan 1919 günü, Harbiye Nazırı Şakir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı çağırdı. Atatürk bu anı anılarında şu kelimelerle ölümsüzleştirecekti: “Bürosunda karşısına oturdum. Bir tek kelime söylemeksizin bana dosyayı uzattı. ‘Bunu okur musunuz’ dedi. Dosyayı okuduktan sonra Harbiye Nazırı’nın yüzüne baktım. ‘Emriniz paşam’ dedim. ‘Ben Sadrazam Paşa ile görüştüm. 9. Ordu Müfettişliği için sizi uygun gördük’ dedi.” Mustafa Kemal Paşa’nın anılarında net bir şekilde belirttiği gibi, 29 Nisan günü, Harbiye Nazırı kendisini çağırdığında hiçbir şeyden haberi yoktu. Sultan Vahdeddin de görevlendirme kararnamesini 30 Nisan 1919 günü onaylamıştı! İşte o an, Paşa’nın duyguları tarihin sayfalarına altın harflerle yazılacaktı: “Talih bana öyle uygun şartlar hazırlamıştı ki, kendimi onların kucağında hissettiğim zaman ne kadar bahtiyarlık duydum, tarif edemem. Nezaretten çıkarken, heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önünde geniş bir âlem, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydim…” O, "Geldikleri gibi giderler!" diyen kararlı ruhun, Anadolu'ya ulaşma hayalini gerçeğe dönüştürecek mucizevi fırsata kavuştuğu andı! Tarihin akışını değiştiren bu eşsiz olayın tüm detaylarını ve daha fazlasını incelemek için https://www.avazturk.com adresini ziyaret edebilir, tarihimize ışık tutan bu eşsiz anların önemini kavrayabilirsiniz. Bu an, yalnızca bir görevlendirme değil, aynı zamanda bir ulusun kurtuluş destanının ilk ve en büyük adımıydı.