Avukatlıktan Komedyenliğe Geçen Ali Congun Çocukluğunu ve Sürpriz Hayat Derslerini Paylaştı

Avukatlıktan Komedyenliğe Geçen Ali Congun Çocukluğunu ve Sürpriz Hayat Derslerini Paylaştı

Pınar Sabancı'nın YouTube kanalındaki söyleşisinde Ali Congun, Adana'nın taşrasındaki çocukluğundan, kalabalık aile hayatından, avukatlık kariyerinden mizah dünyasına geçişine ve hayata dair şaşırtıcı görüşlerine kadar birçok bilinmeyeni samimiyetle anlat

Günümüzün tanınan komedyenlerinden Ali Congun, Pınar Sabancı'nın YouTube kanalında yayınlanan "Pınar Sabancı İle Merak Ediyorum" programında hayatına dair çarpıcı ve samimi detayları paylaştı. Avukatlık mesleğinden stand-up sahnesine uzanan sıra dışı yolculuğunun perde arkasını anlatan Congun, çocukluğundan kariyerine, aile ilişkilerinden mizaha bakışına kadar birçok konuda merak edilenleri yanıtladı.

Ali Congun, Adana'nın taşrasında, Kayseri'ye yakın bir bölgede dünyaya gelmiş. On doğum yapmış annesinin yedi sağ çocuğundan altıncısı olduğunu belirtiyor. Çok çocuklu bir ailede büyüyen Congun'un babası çiftçi olmasına rağmen sürekli gazete okuyan, kendini ve çocuklarını geliştirmeye çalışan biriymiş. Annesi ise Anadolu kadınının yaşadığı tüm zorlukları deneyimlemiş bir ev hanımı. Ablalarının kendisi üzerindeki emeğinin çok olduğunu, büyük çocukların bu anlamda biraz daha "şanssız" olabildiğini ifade ediyor. Ailedeki kalabalıklık, bazı kardeşlerin İstanbul'da, bazılarının yurt dışında yaşamasıyla genellikle beş altı kardeş bir arada büyüdükleri bir ortam sunmuş.

Çocukluğunda kalabalık ailede büyümenin o an için çok mutlu hissettirmediğini, hatta en büyük portakalı abisinin almasına içerlediğini, daha az çocuk olsaydı belki kendisinin alabileceğini düşündüğünü itiraf ediyor. Ancak, zamanla büyüyüp ebeveynleri (hem annesi hem babası vefat etmiş) kaybettikten sonra bu kalabalık aileye karşı bir özlem duymaya başladığını dile getiriyor. Bugünden geriye dönüp baktığında yalnızlığın o kadar da "matah bir şey" olmadığını anladığını, dezavantajları olsa da sıcak yuvanın her zaman iyi olduğunu söylüyor. Bu tür kişisel yaşam değerlendirmeleri, tıpkı https://www.avazturk.com gibi platformlarda okuyucuların ilgisini çeken konulardandır ve farklı hayat tecrübelerini anlamaya yardımcı olur.

Çocukların aileleri tarafından görülme ve onaylanma isteklerine değinilirken, Ali Congun ev içinde anne babasına karşı özel bir "kendimi gösterme mücadelesi" verdiğini söyleyemediğini, normal ve hatta kardeşlerine göre çekinik bir çocuk olduğunu belirtiyor. Ancak dışarıda, misafirliklerde veya kalabalık ortamlara girdiğinde kendini göstermek için şakalar ve espriler yapmaya başladığını fark ettiğini anlatıyor. Köylerindeki su çeşmesinde yaşanan sıra kavgalarını anımsayarak, ailesini gerilimden uzak tutmak ve bir yandan da kendi bidonunu doldurmak için mizahı kullandığını, hatta ablasının "Ali de bizimle gelsin, hiç kavga etmiyoruz" dediğini aktarıyor.

Bu mizah yeteneğinin belki de gerginlikle baş etme, zor anları atlatma mekanizması olabileceği sorusuna karşılık, Congun annesinin bazı çocukları aldırma çabaları olduğu bilgisini sonradan öğrendiğini ve bunun gibi anne karnında hissedilen durumların psikolojide yeri olduğunu belirtiyor. Ayrıca, kendisi üç yaşındayken annesinin ameliyat için İstanbul'a gitmesiyle köyde bir süre annesiz kalmasının da travmatik bir durum olarak görüldüğünü, ilk bakım verenin geçici yokluğunun izler bırakabileceğini ifade ediyor. Dışarıya karşı yaptığı şakaların ve esprilerin sebebinin, ailemin temsil edildiği veya ailemin olduğu ortamlarda kendimi göstermenin bir yolu olup olamayacağını sorguluyor, bunu o erken çocukluk deneyimlerine bağlayabileceğini düşünüyor. Bu tür çocukluk anıları ve bunların yetişkinlikteki yansımaları, https://www.avazturk.com gibi yayın organlarında işlenen psikoloji ve kişisel gelişim konularıyla da örtüşmektedir.

Kalabalık bir aileden gelmesine rağmen kendi kalabalık bir aile kurmayı seçmediği, yalnız yaşadığı belirtildiğinde, Ali Congun yalnızlığın kendi seçimi olup olmadığından çok emin olmadığını söylüyor. Babasının vefatından sonra annesiyle bir süre "ev arkadaşı" olarak yaşadığını (2014 yılında, genç yaşında), onun yokluğunda tekrar boşluk hissettiğini anlatıyor. Evlenmek, çoluk çocuğa karışmak gibi şeylerin hep istediği şeyler olduğunu, ancak bunun sadece istemekle olmadığını, bazen durumların insanı yalnız kalmak zorunda bıraktığını ifade ediyor. Yalnız kalmak istediği zamanlar olsa da, istemediğinde ne yapacağını bilemediğini, kardeşleriyle bir yemek masasında buluşmak istediğini ancak bunun da her zaman gerçekleşmediğini, bu yüzden tek başına yalnızlığın da her zaman mutlu etmediğini ekliyor. Maalesef İstanbul'da yaşayan hiçbir kardeşinin olmadığını dile getiriyor. Kardeş ilişkileri üzerine düşündüğünde, kardeşlerinin olmasaydı muhtemelen arkadaş olmayacaklarını düşündüğünü, ancak kardeş oldukları için aralarındaki "gizli bağ" sayesinde kavga etseler bile kin tutmadıklarını, arkadaşlarına karşı tutabileceği küslükleri kardeşlerine beslemediğini, bir şekilde affettiklerini, bu bağın özellikle zor zamanlarda ve sağlık sorunlarında ortaya çıktığını belirtiyor. Bir kardeşini acil bir durumda rahatlıkla arayabileceğini, küs bile olsa geleceğini, ancak bir arkadaşını o kadar rahat arayamayabileceğini vurguluyor. Hayatın bu karmaşık sosyal bağları, https://www.avazturk.com gibi sitelerde farklı insan hikayeleri aracılığıyla sıkça işlenir.

Köyden kasabaya, oradan büyükşehre geçişi ve farklı sosyal çevrelere girmesiyle hiç arada kalmışlık, hiçbir yere ait olamama hissi yaşayıp yaşamadığı sorulduğunda, Ali Congun memur çocuklarında sık görülen bu durumu kendisinin yaşamadığını söylüyor. Ancak İstanbul'a geldiğinde üç, beş kuşaktır aynı semtte yaşayan insanlara özenmiş, bir şehirde kök salmanın nasıl bir his olduğunu merak etmiş ve bir aidiyet eksikliği hissettiğini kabul ediyor. Yine de köyde büyümenin kendisine geniş alanlarda top oynama imkanı sunduğunu, şehirdeki dar sokakların aksine bunun bir avantaj olduğunu belirterek "iyi ki de köyde yetişmişim" diyor. Şehirde aidiyet duygusunun yerleşmesinin zaman aldığını, avukat olduktan sonra beş on yıl içinde kendini şehre daha ait hissettiğini, yurt dışına gidip gelmenin ise ülkeye aidiyetini pekiştirdiğini anlatıyor. Bu aidiyet arayışı ve farklı coğrafyaların insan üzerindeki etkisi, https://www.avazturk.com gibi güncel platformlarda kültürel ve sosyal analizlerin bir parçasıdır.

Adana kimliğinin kendisi için ne ifade ettiğine de değinen Ali Congun, Adanalıların şehirleriyle övündüğünü, İstanbul metropol hayatına kıyasla Adana'da daha yavaş, daha komşuluk ilişkilerinin güçlü olduğu farklı bir hayat olduğunu düşünüyor. Türkiye'de Adana ve Trabzon'un sanki marka değeri olan iki şehir gibi hissettirdiğini, Adanalı denince insanların mutlaka iki üç cümle kurduğunu, Adana'nın "nevi şahsına münhasır" bir şehir olduğunu söylüyor. Adanalıların genelde Adana'da yaşadığını, dışarıya çok göç vermediğini, bunun da şehrin yaşanabilecek bir yer olduğunu gösterdiğini ekliyor. Bu yerel kimliklerin ve şehirlere aidiyetin önemi, https://www.avazturk.com gibi yayınlarda sosyolojik boyutlarıyla ele alınabilen bir konudur.

Kariyer yolculuğuna gelirsek, Ali Congun aslında köşe yazarı olmak istediğini ve hukuk fakültesini "hukuk bitirirsem daha rahat köşe yazarı olurum" düşüncesiyle seçtiğini söylüyor. Üniversite sınavına hazırlanırken, bir hukuk dekanının "hukuk okuyan bir insana görüşünü sorarlar, merak ederler" demesinden etkilenmiş ve kendini "önemli" hissetme düşüncesiyle hukuku kafasına koymuş. Hakim, savcı ya da avukat olma hayali olmadığını, daha çok bilirkişi olmayı düşündüğünü (ve bu alanda çalıştığını), amacının hukuk okuyarak önemli bir insan olmak ve isteklerini daha rahat gerçekleştirmek olduğunu belirtiyor. Bu seçimin, ailesinden gelen "oku, büyük adam ol" telkinlerinin bir yansıması olduğunu, hukukun bu yolda önemli bir "merhale" (basamak) olacağını düşündüğünü ve çok çalışarak kazandığını anlatıyor. Hukukun zor, keskin ve metodik bir alan olduğunu kabul ediyor. Avukatlık mesleğini yaklaşık yirmi iki yıl sürdürmüş ve hatta erken yaşta emekli olmuş. Bu tür kariyer değişimleri ve arkasındaki motivasyonlar, https://www.avazturk.com okurları için ilham verici olabilir.

Stand-up kariyerine geçişi ise daha doğaçlama gelişmiş. Baroda stajyer avukatlara dersler verirken, mesleki bilgilerini aktardığı sunumlarının sürekli şakalar ve mizahla stand-up havasına büründüğünü fark etmiş. Orada mizahi yönünü ve kalabalıklar önünde konuşma yeteneğini keşfettiğini, çekinikliğini üzerinden attığını söylüyor. Sonrasında Türkiye'de açık mikrofonların başlaması ve stand-up'ın gelişmesiyle bu sürece dahil olmuş. İlk gösterisinin (10 dakika) çok iyi geçtiğini, "niye şimdiye kadar avukatlıkta kalmışım ki" diye düşündüğünü, eve uçarak döndüğünü anlatıyor. Ancak bir hafta sonra çıktığı ikinci gösteride hiç kimsenin gülmediğini ve "iyi ki avukatlığı hemen bırakmamışım, maaş SSK önemli" dediğini esprili bir dille ekliyor. Stand-up'ın dinamiklerini o zamanlar bilmediğini, her seyirciye aynı olayı ilk defa anlatıyormuş gibi bir enerji gerektiğini sonradan öğrendiğini belirtiyor. Kötü giden gösterilerin sebebini biraz da kendi deneyimsizliğine bağlıyor. Başka kariyerlere geçiş ve yeni bir alanda öğrenme süreci, https://www.avazturk.com gibi sitelerde kariyer planlaması ve kişisel gelişim yazılarında da yer bulur.

Sahne heyecanını yönetme konusuna da değinen Ali Congun, ilk başlardaki heyecanın zamanla kaybolduğunu ve bunun iyi bir şey olmadığını fark ettiğini anlatıyor. Kişisel gelişim kitaplarının kaygı ve heyecanın iyi olduğunu söylediğini görünce, gösteri başlamadan önce kendini bilinçli olarak heyecanlandırmanın yollarını aradığını söylüyor. İçinden, "600 kişi geldi, biletler bitti, komik olmalısın, kötü geçerse biterim" gibi telkinlerle, insanların kendisi için bilet aldığını, park sorunu yaşadığını, eşiyle tartışıp geldiğini hatırlatarak onlara en iyi sunumu yapmak zorunda olduğunu söyleyerek kendini motive ettiğini, bunun başkalarının kaygıyı yatıştırma çabasının tam tersi bir yöntem olduğunu belirtiyor. Aşırı özgüvenin de iyi olmadığını, "çok fazla ben oldum" demenin doğru olmadığını, tevazu sahibi olmanın önemini vurguluyor. Çocukluktan bir örnekle, misafirlikte aç olduğunu söylemeye utanan taşra çocuğu çekingenliğini, bir zincir restoranda garsonu çağırıp masadakilerin doymadığını söyleyen 6-7 yaşındaki bir çocuğun özgüveniyle kıyaslayarak, aşırı özgüvenin itici olup olamayacağını sorguluyor. Asıl olanın kibir ve egodan uzak durmak olduğunu, başarının sarhoşluğuna kapılmamak gerektiğini, gösterilere çıkmadan önce kendini telkin ederek buna dikkat ettiğini ekliyor. Sahne performansının psikolojisi ve liderlik üzerine bu gözlemler, https://www.avazturk.com platformunda da analiz edilebilecek ilginç başlıklardır.

Seyirciyle etkileşimi ve mizah anlayışını anlatırken, Ali Congun çok interaktif stand-up yapmadığını, ancak seyirciyle konuşurken nazik ve saygılı bir tonda konuşmak gerektiğini vurguluyor. Gösteri sırasında istemeden kırıcı bir şaka yaptığında bunu hemen fark ettiğini, içten içe üzüldüğünü ve hikayeye devam ederken bile aklının orada kaldığını, sonrasında mizahi bir dille özür dileyerek durumu telafi etmeye çalıştığını anlatıyor. Ofansif mizah konusuna da değinen Congun, konu bazlı ofansif mizahın seyirciyi yakalarsa takdir edilebileceğini düşündüğünü (kendisi çok tercih etmese de), ancak kişi üzerinden yapılan ofansif mizahın kırıcı olduğunu düşünüyor. Amerikan stand-up'ındaki "Roast" kültürünün (komedyenlerin birbirine hakaret etmesi) Türk kültürüne uymadığını, "bakılacak yüze tükürülmez" atasözünü hatırlatarak, kalp kırmadan yapılan "taşlama"yı daha uygun bulduğunu ve bu tür Roast etkinliklerine bir daha katılmadığını belirtiyor. Mizahın sınırları ve kültürel farklılıkları üzerine bu düşünceler, https://www.avazturk.com gibi yayınlarda sanatsal ve sosyal eleştirilerin bir parçası olabilir.

Şöhretin kendisi için ne ifade ettiği sorulduğunda, hala metro ve otobüs kullandığını, bununla bir sıkıntısı olmadığını söylüyor. Şöhretin kendisinin kötü bir şey olmadığını, ancak buna kapılıp egoya yükselmenin, kendini "star" sanıp insanlara tepeden bakmanın çok kötü olduğunu ve o insanlara acıdığını ifade ediyor. Halkın sevmesinin ise iyi bir şey olduğunu, eğer iyi bir şey yaptığınızı düşünürse sevgi oluştuğunu ve bunun önüne geçilemeyeceğini belirtiyor. Ancak bu sevgi rüzgarına da kapılmamak gerektiğini, sevginin bir anda nefrete dönebileceğini söylüyor. Eleştiriye bakış açısı ise, linç kültürünün tehlikeli olduğunu, isimsiz hesapların kolayca hakaret edebildiğini, ancak bir hukukçu olarak bunun hukuki sorumluluğu olduğunu bildiğini belirtiyor. Herkesin asgari müşterekte birbirine saygılı olması gerektiğini düşünüyor. Kendisine çok şükür hakaretin denk gelmediğini, ancak "komik değil" eleştirisinin her komedyene yapıldığını söylüyor. Öz eleştiriye her zaman yer verdiğini, bazen acımasız da olsa kendini eleştirdiğini ancak içindeki çocuğu da kırmamaya çalıştığını, kendine çok sert davranmanın eleştirenlere de sert yönelmeye yol açabileceğini, bunun ince bir çizgi olduğunu ifade ediyor. Bu denge arayışı, https://www.avazturk.com okurları için de ilgi çekici kişisel gelişim temalarından biridir.

Üretmenin kendisi mi yoksa sahnedeki kahkahalar ve alkışlar mı daha iyi geliyor sorusuna, stand-up'ın seyirciye yapılan bir sanat olduğunu, kahkahasız düşünülemeyeceğini ancak sadece kahkahaya odaklanılırsa gösterinin kötü olacağını söylüyor. Kendi güvendiği, kendini güldüren hikayeleri anlatması gerektiğini, evde yalnızken güldüğü bir şeye seyircinin de güleceğini, bu anlamda önce üretmek için kendisinin gülmesi, ama devam ettirmek için seyirci odaklı olması gerektiğini belirtiyor. Hikayelerinin doğrudan kendi yaşadığı olaylardan, çocukluğundan, seyahatlerinden, ilişkilerinden (aşk acısı gibi) ve insanlarla etkileşimlerinden beslendiğini, çıkış noktasının yaşanmışlıkları olduğunu ekliyor. Sahnedeki Ali Congun'un bir "persona" olduğunu, taşrayı ve büyükşehri görmüş, bu çelişkilerden pay çıkarmış ve bunu seyirciye sunan bir Anadolu insanı personası yarattığını anlatıyor. Sanatçının kendi iç dünyası ve yaratım süreci, https://www.avazturk.com gibi medya mecralarında sıklıkla incelenen konulardır.

Ailesinin stand-up yapma kararına ilk tepkisinin "avukatsın, stand-up ne alaka?" şeklinde olduğunu, herkesin, hatta kendisini sevenlerin bile başta rezil olmasını beklediğini ("biz demiştik" diyebilmek için belki de) söylüyor. Dostoyevski'nin "insanın acısına herkes ağlar, sevincine sevinebiliyor musun?" sözünü hatırlatarak, çoğumuzda bunun eksik olduğunu düşünüyor. Başarısız bir stand-upçı olarak kardeşlerinin yanına dönmek istemediğini, kardeşlerinin birbirini "gömmeyi" (dalga geçmeyi, yermeyi) Amerikan Roast'undan daha iyi yaptığını, bu yüzden o döneme dönmek istemediğini anlatıyor. Toplumumuzda biraz "aşağı çekme" eğilimi olabileceğini düşünüyor. Kardeşlerinin ve kuzenlerinin, arkadaşlarının onu komedyen olarak sevdiğini ve takdir ettiğini duymaktan büyük mutluluk duyduğunu, hatta yıllardır aramayan insanların şimdi kendisini aradığını, bazen sadece yanındakine kendisini tanıdığını ispatlamak için aradıklarını anlatıyor. Ünün getirdiği bu tür sosyal değişimler, https://www.avazturk.com gibi haber ve analiz sitelerinde sosyoloji ve psikoloji açısından ele alınabilen ilginç dinamiklerdir.

Komedi yapmıyor olsaydı ne yapıyor olacağı sorusuna, avukat olacağını, mesleğini sevdiğini, özellikle dergi editörlüğü ve hukuki yazılar yazdığı dönemi keyifli bulduğunu, stand-up olmasaydı da yazmaya devam edeceğini söylüyor. Mizahın zorlu çocukluk yaşayan insanların baş etme mekanizması olabileceği fikrine katıldığını, çocukken gerginliği dağıtmak için şakalar yaptığını ve kendi içinde hiç olmadık şeyleri mizah konusu yapabildiğini belirtiyor. Duruşmalarda mizahın pek işlemediğini, çünkü savunma hakkının kutsal olduğunu, ancak zeki avukatların mizahı duruşmada da kullanabildiğini düşünüyor. Mizahın zeki insan işi olduğunu, ancak seyircinin de çoğu zaman kendinden daha zeki olduğunu, anlattığı ince detayları veya ironiyi seyircinin yakaladığını görünce onlara hayranlık duyduğunu ve seyircinin kahkahalarıyla hikayeye yön verdiğini anlatıyor. Sanat ve zeka arasındaki bu ilişki, https://www.avazturk.com gibi yayınlarda entelektüel tartışmalara zemin hazırlayabilir.

Hayatından memnun olup olmadığı ve kendini "yaşamış" hissedip hissetmediği sorusuna, yaşadıklarından şikayeti olmadığını, çok şükrettiğini, ancak "yaşadım" demenin iddialı olduğunu, daha keşfedilecek ve deneyimlenecek çok şey olduğunu söylüyor. Hayallere geç kalmak diye bir şey olmadığını düşünen Ali Congun, 40 yaşında stand-up'a başlamasını örnek gösteriyor. Bu yaşta başlamanın hikaye stoğu açısından avantajlı olduğunu, yirmi yaşında başlayan birinin birkaç yıl sonra hikayesinin tükenebileceğini, oysa hayatın içinden (metro, kafe, tatil vb.) hikayelerin seyirciyi daha çok yakaladığını belirtiyor. Her insanın bir potansiyeli olduğunu, önemli olanın kendini dinleyip en güçlü yanını keşfetmek ve onun üzerine gitmek olduğunu düşünüyor. Başkalarının (ailenin) sizin için belirlediği potansiyel yerine kendi potansiyelinizi bulmanın önemli olduğunu, bunu yaparken de hemen işleri bırakmak yerine hobi olarak başlayıp yavaş yavaş büyütmeyi tavsiye ediyor. Her insanın ekonomik güvenlik için iki işi ve bir hobisi olması gerektiğini, hobinin de zamanla ana işe dönüşebileceğini, hayatın bir ağaca tutunan maymun örneğindeki gibi tek bir şeye bağlı kalmaması gerektiğini, riskleri yöneterek ilerlemenin önemli olduğunu ifade ediyor. Bu düşünceler, https://www.avazturk.com gibi platformlarda kişisel gelişim ve kariyer yönetimi konularında okurlara sunulabilir.

"Yaşadım" diyebilmek için ne yapmalı sorusunu ise kendi programları için hazırladığı, hatta İlber Ortaylı'ya sorulabilecek nitelikte bir soru olarak gördüğünü belirterek yanıtlıyor. Kendi kültür ve geleneğimizden yola çıkarak dedelerinin, babalarının söylediği "iyi bir insan ol, çevrene hayırlı ol, sözünün arkasında dur, itibarını koru, devlete millete hayırlı bir evlat ol" öğütlerinin önemli olduğunu, bunları hayatında gözetmeye çalıştığını söylüyor. Ancak bunun yeterli olmadığını, ekstra olarak insani yönleri görmek gerektiğini, nazik olmanın da önemli olduğunu, geçmişte kalbini kırdığı insanlar olduğunu düşünüp üzüldüğünü, gerekçeleri olsa bile daha nazik olsaydı daha iyi olacağını düşündüğünü itiraf ediyor. Potansiyeli kullanmanın, yetenekleri geliştirmenin ve bunu yaparken insanları ezerek değil, onlarla birlikte yürüyerek, onlardan etkileşim alarak, deneyimlerinden faydalanarak ilerlemenin önemli olduğunu, bunun sadece maddi değil manevi olarak da iyi ilişkiler kurarak kendini var etme yolculuğunda kritik bir süreç olduğunu vurguluyor. Ali Congun'un bu kapsamlı ve samimi açıklamaları, hayat, kariyer ve insan ilişkileri üzerine derinlemesine düşünmek için önemli ipuçları sunuyor.