Belediyelerden Şehitlerin Sır Perdesine, Akıl Almaz Gelişmeler Kapıda!
Belediye başkanlarının şok tutuklamaları, şehitlerimizin ardındaki sır perdesi ve siyasetin beklenmedik hamleleriyle dolu Türkiye gündeminde neler oluyor? www.avazturk.com özel haberinde, iktidar-muhalefet çekişmesinden skandallara kadar bilinmeyenleri...
Değerli okuyucularımız, Türkiye, son günlerde peş peşe yaşanan öyle olaylara sahne oluyor ki, gündemi takip etmekte zorlanmayanımız yok. Yaşananlar sıradan siyasi gelişmelerin ötesine geçerek, ülkenin yönetim anlayışında ciddi bir kırılmanın eşiğinde olunduğuna dair çarpıcı sinyaller veriyor. Ünlü gazeteci ve yorumcu Can Ataklı'nın derinlemesine analizlerine göre, Adana, Manavgat ve Adıyaman'daki belediye başkanlarının tutuklanması veya ev hapsine alınması gibi kararlar, "iş çığrından çıktı" dedirtecek boyutta. Özellikle Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar'ın durumu, 8 yıl önceki bir olaya dayanmasına rağmen, bir "çete davası" olarak nitelendirilerek İmamoğlu davasındaki stratejinin benzeriyle ilişkilendiriliyor; yani bir yolsuzluk soruşturmasının ötesine taşınıp "örgüt" bağlantısı üzerinden herkesin içeri atılmasının hedeflendiği iddia ediliyor. Bu gelişmelerin ardında yatan asıl niyet ne? www.avazturk.com olarak, sizler için bu sorunun cevabını arayacak ve bu makalenin devamında, siyasetin en karanlık koridorlarında dolaşan, akıllara durgunluk veren detayları gözler önüne sereceğiz.
Ataklı, mevcut yargı sürecindeki "garabetlere" dikkat çekerek, savcıların iki temel tutuklama nedenine odaklandığını belirtiyor. Birincisi, tahminlere dayalı ihbarlar: Bir kişinin "cebinde şişkin bir zarf vardı, herhalde rüşvet aldı" veya "kutuda para olduğunu tahmin ediyordum" demesinin bile yeterli bir tutuklama gerekçesi olabildiği vurgulanıyor. İkincisi ise, "halkı kin ve nefrete itmek", "ayrımcılık yapmak" ve "yalan haber yaymak" gibi söylemler. Ancak yorumcu, bu kriterlerin yalnızca iktidar dışındaki isimlere uygulandığını, iktidar partisi içindeki ve yakınındaki kişilere dokunulmadığını dile getiriyor. Örneğin, AKP Merkez Karar Yönetim Kurulu Üyesi Mücahit Birinci'nin bilinen bir siyasi parti genel başkanına yönelik "sokak köpeklerini sokağa salmakla tehdit etmesi" veya Erdoğan'ın şoförü olduğu iddia edilen Çamlı'nın Cumhuriyet'in kuruluşuna "kanlı 1923 darbesi" demesi gibi ağır ifadeler karşısında savcıların sessiz kaldığına işaret ediliyor. Atatürkçü Düşünce Derneği ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin bu isimler hakkında suç duyurusunda bulunmasına rağmen, herhangi bir kovuşturma başlatılıp başlatılmayacağı büyük bir merak konusu.
Öte yandan, yorumcu Can Ataklı, medya dünyasındaki ilginç bir durumu da masaya yatırıyor. Özellikle "muhalif" olarak bilinen bazı medya gruplarının adeta bir "mafya gibi" çalıştığını, kendi aralarında dayanışma içinde olup, kendi dışlarındaki herkesi "ötekileştirdiğini" ve dışladığını ifade ediyor. 47 yıllık gazetecilik tecrübesine sahip olmasına rağmen, kimsenin söylemeye cesaret edemediği konuları dile getirdiğinde dahi bu dışlamanın hedefi olmasından duyduğu rahatsızlığı açıkça paylaşıyor. Bu durum, kamuoyunun bilgiye erişimi ve farklı bakış açılarının sunulması konusunda ciddi endişeleri beraberinde getiriyor. www.avazturk.com olarak, bizler de bu türden dışlamaların ve manipülasyonların karşısında, doğruların peşinden gitmeye devam edeceğiz. Bu noktada, ülkenin en can yakıcı konularından birine, şehit haberlerine ve bu haberlerin sorgulanış biçimine odaklanılıyor.
Son dönemde artan şehit haberleri, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK) durumu ve komuta zincirindeki sorunları yeniden gündeme taşıdı. Ataklı, TSK'nın Ergenekon ve Balyoz operasyonlarından sonra "tamamen Erdoğan'ın ordusu haline geldiğini" ve komuta kademesinin iktidar karşısında "el pençe divan durduğunu" iddia ediyor. Yaşanan şehit olaylarında "komuta hatası" veya "planlama hatası" olup olmadığının sorgulanmamasını eleştiren yorumcu, kamuoyunda ciddi şüpheler bulunduğunu belirtiyor. Özellikle mağara baskını sırasında metan gazı zehirlenmesi iddiasının akla yatkın olmadığını, PKK saldırısı ihtimalinin "açılım bozulmasın" diye üzerinin örtülmeye çalışıldığını düşündürüyor. Daha da şok edici bir iddia ise, 3 yıl önce şehit olan askerlerin naaşlarının neden şimdi alındığı sorusu. Abdullah Öcalan ile "sayın Apo" denilerek heyetler gönderilirken, askerin 3 yıl boyunca bir yerde bırakılmasının mantığa sığmadığı, eğer anlaşma varsa PKK'nın naaşların yerini söylemesi gerektiği vurgulanıyor. Bu durumun, "şehit edebiyatı" ve hamasetle geçiştirilmeye çalışıldığı, ancak halkın sabrının taştığı ve "başka bir numara mı dönüyor" şüphelerinin arttığı belirtiliyor.
Siyaset arenasında ise Devlet Bahçeli'nin "sokak edebiyatı" ve "sokak korkusu" söylemleri dikkat çekiyor. Yorumcu, hükümeti yıkmanın potansiyel bir suç olamayacağını, çünkü demokraside seçimin kendisinin iktidarı değiştirmeye yönelik bir araç olduğunu hatırlatıyor. Bahçeli'nin "sokağa çıkmak devleti yıkmaktır" iması karşısında, yakın zamanda Leman dergisi önünde "gerici" bir grubun yaptığı şeriat gösterisini hatırlatıyor; bu tür eylemler iktidar yanlısı olduğunda "halkın doğal tepkisi" olarak adlandırılırken, muhaliflerin sokağa çıkma ihtimalinin darbe çağrısı gibi sunulmasının ikiyüzlülük olduğunu belirtiyor. Mısır'daki darbe sürecini örnek göstererek, halkın sokağa çıkmasının diktatörlükler için bir tehlike olduğunu, ancak Türkiye gibi demokratik bir ülkede halk hareketlerinin iktidarlar için ciddi bir uyarı niteliği taşıması gerektiğini vurguluyor. Ancak mevcut iktidarın bu uyarıları ders almak yerine, muhalefeti sindirme operasyonu olarak kullandığı iddia ediliyor.
Muhalefet cephesinde ise Özgür Özel'in dokunulmazlığının her an kaldırılabileceği ve HADEP örneğindeki gibi tutuklamaların yaşanabileceği uyarısı yapılıyor. Ataklı, Adana Belediye Başkanı'nın gözaltına alınış biçimini "ayıp" olarak nitelendirerek, bunun bir yolsuzluk soruşturmasından ziyade "devletin sopasıyla muhalefeti sindirme operasyonu" olduğunu savunuyor. Geçmişte Erdoğan ve Aziz Kocaoğlu gibi isimlerin de benzer yolsuzluk suçlamalarıyla yargılandığını ancak tutuklanmadığını hatırlatıyor. Devlet Bahçeli'nin ise Özgür Özel'e yönelik sert söylemlerine rağmen ("boyunun ölçüsünü alalım") bir yandan da "tutuksuz yargılanmalı" gibi zeytin dalı uzatmasının ilginç bir siyasi taktik olduğuna dikkat çekiliyor. Bu durumun, Erdoğan'ın bir "pazarlık şansı" arayışında olabileceği ve Bahçeli'nin bu süreçte beklenmedik bir hamle yaparak "parlamenter sisteme dönüş" veya "erken seçim" çağrısı yapabileceği teorisini güçlendirdiği dile getiriliyor.
Yorumcuya göre, iktidarın mevcut çıkmazdan kurtulmak için parlamenter sisteme dönmekten başka bir seçeneği kalmadığı iddia ediliyor. Sert davranışlara rağmen Erdoğan'ın diktatörlük kavramını kabul etmeyeceği ve o yola girmenin ne kadar büyük bir felakete yol açacağını bilecek kadar akıllı olduğu belirtiliyor. Bu bağlamda, kamuoyu araştırma şirketlerinin anket sonuçları manipüle edilerek, iktidarın oylarının yükseldiği, muhalefetin ise birbirine muhtaç hale geldiği algısı yaratılmaya çalışıldığı iddia ediliyor. Genar ve Gezici gibi şirketlerin anketlerinde AKP'nin %35'lere çıktığı, CHP'nin ise %32'de kaldığı ve diğer muhalif partilerin baraj altında gösterilerek CHP'ye bağımlı hale getirildiği bir senaryonun pazarlandığı ileri sürülüyor. Bu durumun, Cumhur İttifakı'nın %45 civarında bir güç sergilediği, CHP liderliğindeki olası bir ittifakın ise zayıf gösterildiği bir zemini hazırladığı, böylece erken seçim veya anayasa değişikliği gibi hamlelere zemin hazırlandığı ifade ediliyor.
Peki tüm bu gelişmelerin gölgesinde, muhalefetin gözden kaçırdığı, Türkiye siyasetini derinden etkileyecek asıl büyük resim ne? Belediyelerdeki tutuklamalar, askerimizin şehit edilmesiyle ilgili şüpheler, siyasi gerilimler... Tüm bu tartışmaların aslında, çok daha büyük ve karanlık bir olayın üzerini örtmek için kullanıldığına dair güçlü bir ihtimal var. www.avazturk.com olarak, aldığımız bilgilere göre, milyarlarca dolarlık kara para aklama ve on milyonlarca dolarlık rüşvet skandalı, yani Kıbrıs olayı, tüm bu gündemi bastıracak nitelikte. Falyalı ve en yakın adamının öldürülmesi, ardından Muhammed Yakut'un ölümü veya öldürülmesi, Kıbrıs'taki gazetelerde yayınlanan kaset iddiaları, hatta Maksut Serim'in oğlunun sırf bu iş için Kıbrıs'a elçi yapılıp işi bitince geri alınması gibi gelişmeler, yıllardır süregelen devasa bir yozlaşma zincirine işaret ediyor. Çok önemli isimlere rüşvet verildiği iddia edilen bu olayla ilgili kasetlerin varlığına rağmen, muhalefetin bu konuyu yeterince irdelememesi ve kendi iç gündemlerine odaklanması, aslında ülkenin geleceğini derinden etkileyecek bu büyük skandalın gözden kaçmasına neden oluyor. Türkiye siyasetinin kalbi işte bu yüzden bu kadar hızlı atıyor; zira perdelerin arkasında bekleyen asıl gerçekler, ortaya çıktığında ülkeyi derinden sarsacak güce sahip!