Bir Öneri, Tüm Ülkeyi Sarsan Büyük Tartışma!
Bahçeli'nin Kürt ve Alevi CB Yardımcısı önerisi, 'Lübnanlaşma' tartışmasıyla Türkiye'yi sarstı. Mümtazer Türköne, devletin etnik/mezhepsel örgütlenmesinin ülkeyi nasıl mayın tarlasına çevirdiğini ele alıyor. Eşit vatandaşlık ve laik hukuk düzeninin...
Türkiye'nin siyasi gündemi, son günlerde kulaktan kulağa yayılan ve ardından büyük bir tartışmaya dönüşen, devletin etnik ve mezhebi kimliklere göre örgütlenmesi önerisiyle adeta yangın yerine döndü. Bu mesele, sadece bir siyasi polemik olmanın çok ötesinde, Türkiye'nin geleceğine dair hayati soruları da beraberinde getiriyor. Mümtazer Türköne'nin The Turkish Post'ta yayınlanan ve Sesli Köşeli YouTube kanalında seslendirilen yazısında altı çizildiği üzere, bu tartışma, ülkemizin düşünce ikliminin ne kadar canlı ve tepkisel olduğunu gözler önüne seriyor. Ancak asıl tehlike, bu tartışmanın ardında yatan, Türkiye'yi geri dönülmez bir uçuruma sürükleyebilecek "Lübnanlaşma" ihtimalinde yatıyor. Bu haber makalesi, sizi bu kritik tartışmanın derinliklerine çekecek, konunun tüm boyutlarını gözler önüne serecek ve akıllardaki sorulara çarpıcı yanıtlar sunacak. Okumaya devam edin, zira haberin asıl can alıcı noktası henüz gelmedi.
Milliyetçi Hareket Partisi lideri Devlet Bahçeli'nin iddia edilen bir toplantıda dile getirdiği “bir Kürt bir Alevi Cumhurbaşkanı yardımcısı” önerisi, MHP tarafından resmi olarak doğrulanmasa da, bir söylenti olarak bile Türkiye gündemine bomba gibi düştü. Mümtazer Türköne'nin yazısında da belirtildiği gibi, bu tür bir önerinin bağlamı ve sarahati bilinmeksizin bile bu denli büyük bir tepki ve tartışmaya yol açması, Türkiye'de sağlıklı bir düşünce atmosferinin var olduğunun en açık göstergesi olarak kabul ediliyor. Zira, devletin etnik kimliklere, mezhep ve din mensubiyetine göre siyasi teşkilatlanması ve devlet görevlerinin dağıtılması fikri, Türköne'ye göre bir ülkenin her köşesini mayın tarlasına çevirmekle eşdeğer. Bu tür bir yapılanma, sürekli çatışma üretecek bir kriz makinesini devletin kalbine yerleştirmek anlamına geliyor.
Mümtazer Türköne'nin yazısında, dışarıdan bakıldığında "çok makul görünen" Lübnan örneği, bu tür bir tehlikenin en somut delili olarak gösteriliyor. Bir zamanlar dünyanın en müreffeh ülkelerinden biri olan Lübnan, Avuç içi kadar küçük bir yer olmasına rağmen, bugün çözümsüz anlaşmazlıklara gömülü olarak etnik ve mezhep yükleri altında kendini tüketiyor. Osmanlı döneminde bile sadece mutasarruflık olarak yönetilen bu küçük coğrafya, millet sistemine ve devletin dışarıdan tarafsız otoritesine rağmen tarih boyunca mezhep ve aşiret çatışmalarıyla kan kaybetmişti. Bosna-Hersek gibi, devlet içinde bazı önemli temsil görevlerinin etnik-dini kimliklere göre dönemsel olarak el değiştirmesi de benzer bir zorunluluktan doğmuştur. Kısacası, sorun eşit vatandaşlık formülüyle kökünden çözülemediği için, sorunla birlikte asgari zararla yaşamaya çalışılan bir mecburiyet halidir bu. Daha fazla bilgi ve analiz için https://www.avazturk.com adresini ziyaret ederek bu konudaki güncel gelişmeleri takip edebilirsiniz. Etnik ve dini kimliklere dayalı devlet örgütlenmesi, her topluluğa aşiretler gibi özerk alanlar açıyor ve bunun teminatlarını sağlıyor. Ancak asıl mesele, farklı topluluklar arasında bir çatışma çıktığında büyüyor; bu durumda merkezi otoritenin güvenlik birimleri değil, bu toplulukların kendi silahlı teşkilatları devreye giriyor ve kan davası benzeri uzun süren anlaşmazlıklar kangren haline geliyor.
Suriye'de aşiretler ile Dürziler arasında çıkan ve İsrail'in müdahalesiyle uluslararası bir soruna dönüşen çatışmalar, bu tehlikeli ilişki biçiminin acı birer kanıtı. Mümtazer Türköne'nin yazısında Talha Çiçek'in "Osmanlı İmparatorluğu ve Arap Aşiretleri 1840-1914" isimli çalışmasına atıfta bulunularak, Suriye'ye güneyden gelen göçebe Anaze ve Şemmer aşiretlerinin yol açtığı asayiş sorunlarının ne kadar büyük bir devlet meselesine dönüştüğü gözler önüne seriliyor. Bu tür bir yapıda herkesin kendi askeri gücü var; polis ve jandarma teşkilatı bile o topluluğa mensup olanlardan teşkil ediliyor. Türköne'nin çarpıcı ifadesiyle, "isteseniz de ait olduğunuz topluluğun dışında güvende değilsiniz; şayet etnik dini bir kimliğiniz yoksa hemen edinmeli, hayatınızı o mensubiyette sürdürmelisiniz". Bu durum, sadece Dürzilerin değil, Cezire'de Kürtlerin de Arap aşiretleriyle ciddi problemler yaşadığını gösteriyor.
Türkiye Cumhuriyeti'nin Osmanlı'dan devraldığı en büyük toplumsal avantajlardan biri, eşit vatandaşlık ilkesi ve aşiret yapılarının hiç olmazsa Türkler arasında tasfiye edilmiş olmasıdır. Osmanlı Devleti, Selçuklu'dan farklı olarak, Orta Asya'dan akın akın gelen Türk boylarını ve aşiretlerini sınırdan girerken mümkün olan en küçük parçalara ayırıp Anadolu ve Balkanlara dağıtarak iskan etmişti. Günümüzde bile birbirine alakasız uzak yerlerde aynı boy veya aşiretin ismini taşıyan yerleşim yerlerinin bulunması, bu iskan politikasının izleri olarak okunmalıdır. İslam dünyasında, Türkiye dışında aşiret yapısının üzerine çıkmış bir devlet düzenine sahip ülke hemen hemen yok gibidir. İran'da bile özellikle doğuda çok güçlü aşiret yapıları mevcuttur; Türkmenistan ve Afganistan hangi rejimle yönetilirse yönetilsin aşiret meclislerinin hakimiyetindedir.
Peki, Osmanlı'nın eksik bıraktığını kim tamamladı? Mümtazer Türköne'nin yazısında verilen çarpıcı yanıt: PKK. Son 40 yılda Kürtler arasında aşiret yapılarının etki gücünü büyük ölçüde kaybetmesi, PKK'nin oluşturduğu örgütsel yapının bir eseridir. Kırk yıllık çatışma içinde Kürt siyaseti, aşiret dengelerini aşan bir ulusal bilinç geliştirdi. Türköne, Kürt sorunuyla baş etmeye çalışan Türk devleti için bunun bir avantaj olup olmadığı sorusunu da yanıtlıyor: Eşit vatandaşlık hukukunun kapısını sonuna kadar açtığı için çok büyük bir avantaj!. Yoran, tüketen ve en çok da vatandaşları sömüren aşiret düzenine göre çok ileri bir durumdur bu. Toplumsal yapıyı şekillendiren aşiret düzeni, ulusal düzeyde doğal olarak otoriter bir yönetimle muhatap olmayı beraberinde getiriyor. Ancak Türkiye'de Kürtlerin sorunlarını çözmek için söz söyleyecek bir dikta düzenine alan bırakılmadığı da aşikardır. Etnik kimliklerin, aşiret bağlarının, din ve mezhep aidiyetinin bir siyasi örgütlenme şeklini alıp devlet düzeni haline gelmesi, uluslaşmayı ve merkezi bir hukuk ve adalet düzeni oluşturmayı engellerken, çatışmaları büyütüyor.
İnsan denen varlığın kendi hak ve hukukunu genel bir hukuk düzeni içinde koruyamadığı sert ve sürekli çatışmalar, bu örgütlü toplulukları güvenlik sağlayan sığınaklara dönüştürüyor. Ancak bu sığınaklar, bombaların ve mermilerin arasında nispeten korunma sağlarken, aslında kalın ve güvenli duvarlarıyla sizi bir hapishane gibi esir ediyor. Güvenliğinizi aşiret veya mezhep topluluğu içinde sağladığınız zaman, kendi bireysel iradenizden ve özgürlüğünüzden de vazgeçmiş, o yapının bir parçası haline gelmiş oluyorsunuz. Mesele, inancınızın sıcak ve samimi dünyasında veya soy akraba bağları içinde huzurlu bir hayat sürmekle alakalı değildir. İnancınız cephaneye, örgütlü bir silahlı güce dönüşüyor; mensup olduğunuz topluluk çatışmanın bir tarafı olmaya başlıyor. Bu ortamda sizi aynı mezhep veya soy mensuplarıyla birleştiren, aynı bütünün parçası haline getiren tek faktör, düşmanlarınız oluyor. Mümtazer Türköne'nin yazısında altı çizildiği gibi, bir siyasetçi durup dururken size din kardeşliğinden veya ümmet referansından bahsediyorsa, bilin ki onun belirlediği bir düşmana karşı dini duygularınızı kullanarak seferberlik ilan etmektedir. Siyasi rekabet, dine ve etnik kimliklere hiçbir zaman yapıcı bir rol yüklemez; hep düşman yaratma peşindedir.
Devlet düzeni içinde bazı temsil makamlarında din ve etnik kimliğe dayalı görevlendirmeler, sizin temel haklar düzeninizin ve hukuk güvencelerinizin fiilen işlemediğini, onun yerine sembolik aidiyetlerin geçtiğini gösterir. Mümtazer Türköne'nin ifadesiyle, "Lübnanlaşma demokrasi ve hukuk düzeninin iflası demektir". Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz'ın bir Zaza olduğunun bile bu tartışma vesilesiyle öğrenildiğini belirten Türköne, Kılıçdaroğlu'nun fazladan %3 oy alsaydı hem Alevi hem de Kürt bir cumhurbaşkanı olacağını hatırlatıyor. Onun bu kadar yüksek oy alabilmesi, laik hukuk düzeninin sağladığı garantilerin ona oy veren Kürt ve Alevi olmayanlar nezdinde inandırıcılığının eseri olmalıdır. Peki tüm bu karmaşık sorunların çözümü ne? Haberimizin en can alıcı noktasına geldik, zira Türkiye'nin bu çıkmazdan nasıl kurtulacağının anahtarı burada yatıyor.
Çözüm sürecinde Kürt sorununu etnik kimliklere statü tanıyarak değil, Abdullah Öcalan'ın yol haritasına göre demokrasi, eşit vatandaşlık ve hukuk devleti ile çözmeye hazırlanıyoruz. Mümtazer Türköne, bu konudaki net görüşünü ortaya koyuyor: Bir Kürt'ün kimliği ve ana diliyle hiçbir şekilde kendini eksik hissetmemeyi başarırsanız, mesele zaten çözülmüş olur. Kürt bir Cumhurbaşkanı yardımcısının kime ne faydası olacak? Alevi bir Cumhurbaşkanı Alevilerin ne kadarını temsil edecek ve onların hangi sorununu çözecek? Bu soruların yanıtı, eşit vatandaşlık ilkesinde gizli. Eğer eşit vatandaşlık, etnik ve dini aidiyetlerin üzerinde birey için yeteri kadar güvence sağlayabilirse, bütün sorunlar çözülüyor. Bunun için hukuk devleti, hukukun vazgeçilmezi olan laiklik prensibi ve iktidarların bu alanları istismar etmesini engelleyen demokratik denetim mekanizmaları gerekiyor. Dinî inanç siyasetçinin kullanımında düşmanlık vesilesi, etnik aidiyet kavga sebebi olurken, Yunus Emre'nin dediği gibi, "Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için. Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim" diyen bir siyasetçiye hasret duyuluyor. İnsanlık, demokrasi, hukuk ve laiklik ile iktidarları sınırlayıp çeki düzen vererek ve büyük bedeller ödeyerek bu çatışma alanlarını gül bahçesine çevirmiştir. Bizler de bu insanlığın bir parçası değil miyiz? Türkiye'nin geleceği, sembolik makam dağılımlarında değil, her bireyin kimliğinden bağımsız olarak hukukun üstünlüğü ve eşit vatandaşlık ilkesi altında güvende olduğu bir düzende inşa edilecektir. Unutmayın, bu konudaki en güncel ve detaylı haberler için her zaman https://www.avazturk.com adresini ziyaret edebilirsiniz.