Gözaltı Skandalı Türkiye'nin Hukuk Devleti Tartışmalarını Yeniden Alevlendirdi

Gözaltı Skandalı Türkiye'nin Hukuk Devleti Tartışmalarını Yeniden Alevlendirdi

Türkiye'de son dönemde artan ve devlet eliyle servis edilen tartışmalı gözaltı görüntüleri, gazeteci Ruşen Çakır'ın çarpıcı yorumlarıyla hukuk devleti, masumiyet karinesi ve yargı bağımsızlığı tartışmalarını doruğa taşıyor. Bu görüntüler bir "gövde göster

Türkiye'nin gündemine bomba gibi düşen, devlet eliyle servis edildiği iddia edilen gözaltı görüntüleri, kamuoyunda infiale yol açarken, gazeteci Ruşen Çakır'ın çarpıcı yorumları olayın ardındaki karanlık perdeyi aralıyor ve bu rahatsız edici tablo, ülkenin yakın hafızasına silinmez izler bırakacak gibi görünüyor. Bu makalede ele alacağımız olaylar zinciri, sadece bir başlangıç ve Türkiye'nin geleceği adına daha büyük sorgulamaları beraberinde getirecek.

Ruşen Çakır, yayınında ilk olarak İzmir'de gerçekleşen bir operasyonun görüntülerini gözler önüne seriyor ve başlangıçta uyuşturucu tacirleri ya da terör örgütlerine yönelik büyük bir operasyon izlenimi verildiğini belirtiyor. Ancak Çakır'ın yorumlarına göre, kameralara yansıyan kişiler tanıdık yüzler: İzmir'in eski Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ve "İzbeton" soruşturması kapsamında gözaltına alınan yüzden fazla kişi. Bu görüntülerin, devlet tarafından "büyük bir zafer" edasıyla servis edildiğini vurgulayan Çakır, "Kişinin lekelenmeme hakkı gaspediliyor, devlet diliyle masumiyet karinesi gaspediliyor" ifadeleriyle tepkisini dile getiriyor. Normalde ifadeye çağrılsa gelecek kişiler için sabahın köründe terörle mücadele polislerinin devreye girmesi ve bu görüntülerin bir başarıymış gibi sunulması, Çakır'a göre derin bir hukuksuzluğa işaret ediyor. Çakır, durumu daha da ürkütücü bir boyuta taşıyarak, eski bir İslamcı entelektüelin İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'ya yönelik "makyaj süresi mi veriyorsunuz, eğer arkadan plastik kelepçeli kafaları öne bastırılmış şekilde gereği yapıldı tweet'i atmazsanız iki elimiz iki yakanızdadır" şeklinde bir tweet attığını ve kısa süre sonra Leman dergisinin idare müdürünün tam da bu tarif edildiği şekilde, ters kelepçeyle gözaltına alınıp görüntülerinin servis edildiğini örnek gösteriyor.

Bu olaylar zinciri, Çakır'ın ifadesiyle İçişleri Bakanı'nın doğrudan bu taleplerle hareket ettiğini söylemekten öte, "mantalitenin aynı" olduğunu gösteriyor. Leman dergisinin bir karikatürü üzerinden yapılan bu "büyük bir güç gösterisi"nin aslında "çok açık ve net bir şekilde güçsüzlük gösterisi" olduğunu belirtiyor Ruşen Çakır. Zira, tam bir ay önce, 4 Haziran'da, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne yönelik "5. dalga" operasyonunda da benzer "utanç verici görüntüler" servis edilmişti. Bu operasyonlarda, ilçe belediye başkanları ve bürokratlar, adeta bir "toplama kampına götürülüyorlarmış gibi esirmiş gibi" hastaneye sevk edilirken kameralara yansımıştı. Cumhuriyet Halk Partisi eski milletvekili Aykut Erdoğdu gibi isimlerin de bu duruma maruz kaldığını belirten Çakır, bu kişilerin birçoğunun tutuklanmış olsa bile beraat etme ihtimali varken suratlarının ve her şeylerinin neden gösterildiğini sorguluyor. Bunun nedeni, Çakır'a göre, "güç gösterisi var çünkü güçsüzlük var". Açılan davaların ve yürütülen soruşturmaların "zayıf dosyaların içi boş" olduğunu ve bu boşluğu doldurmak için "etkin pişmanlıktan birileri yararlansın ki dosya dolsun" çabalarının olduğunu iddia ediyor. Bu tür operasyonların hukuki zeminden ziyade bir algı yönetimi amacı taşıdığına dair derin şüpheler, Türkiye'nin son dönemdeki hukuk ve adalet tartışmalarında sıkça dile getiriliyor, hatta https://www.avazturk.com gibi platformlarda da bu konulara geniş yer verildiği görülüyor. Çakır, görüntülerin, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Cumhuriyet tarihinin en büyük organize suç örgütü" dediği algısını yaratmak için kullanıldığını, ancak polisler aradan çıkarıldığında bu kişilerin bir organize suç örgütü gibi durmadığını belirtiyor; "polis kollarında polis olduğu zaman bunlar bu kişiler otomatik olarak suçlu olarak bir algı yaratılıyor" diyor. Türkiye'de çok daha sert suçlamalarla yargılanan kişilerin bile daha insani koşullarda adliyeye sevk edildiği ve görüntülerinin servis edilmediği gerçeği, bu operasyonların özel bir planlamanın ürünü olduğunu gözler önüne seriyor. 30 araç, 90 polis ile devlet gücünün sergilenmesi, bakanlıklar veya emniyet müdürlükleri tarafından "böyle planlanmış" bir gösteri olarak nitelendiriliyor.

Ruşen Çakır, bu durumun bir hukuk devletinde asla savunulamayacağını, "Türkiye maalesef hukuk devleti değil" sözleriyle ifade ediyor. İktidar yanlısı kanaat önderlerinin, neredeyse "sıkın kafasına" diyecek kadar gözlerinin döndüğünü, İçişleri Bakanı'na "basın kafasına, takın plastik kelepçeleri arkadan" çağrıları yaptıklarını belirtiyor. Çakır, yıllardır İslami hareketleri inceleyen biri olarak, 1985-86 yıllarındaki tartışmalarla bugün yaşananlar arasındaki farkın "o kadar büyük ki" olduğunu vurguluyor. O günün insanlarının bugün yaşananlara terlikle kovalayacağını, yaşanan durumu "toplu bir cinnet hali" olarak tanımlıyor. Leman dergisinin dört çalışanının, ortada hiçbir suç yokken tutuklanmasının, "halkı kin ve nefrete teşvik etmek" gibi iddialarla yapıldığını, ancak "akl-ı selim sahibi insanlar olayın hiç de böyle bir şey olmadığını gayet sakin görebiliyor" şeklinde yorumluyor. Bu tür tartışma ortamlarının baskı eliyle engellendiğini ve bunun yargı eliyle yapıldığını dile getiriyor. Çakır, devletin arkasına alanların "gerçekten çok güçlü" olduğunu kabul etmekle birlikte, tarihin bu tür güç atfedenleri genellikle hüsrana uğrattığını hatırlatıyor.

Gazeteci Ruşen Çakır, yayınını gözaltına alınan eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer'e hitap ederek sonlandırıyor. Soyer'in yakın bir arkadaşı olduğunu, okul arkadaşının abisi olduğunu ve 40 yılı aşkın süredir tanıdığını belirten Çakır, Soyer'in Seferihisar Belediye Başkanlığı'ndan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na uzanan tüm aşamalarına tanık olduğunu anlatıyor. Soyer'in, belki de aday gösterilmeyen tek Büyükşehir Belediye Başkanı olduğunu ve bunu "Ekrem İmamoğlu Özgür Özel ikilisinin gücünü çok ciddiye almadığı" gibi bir "hesap yanlışı"na bağladığını ifade ediyor. Ankara Hukuk Fakültesi mezunu bir hukukçu ve üniversite yıllarından tiyatrocu kimliğiyle İzmir profilini de çok iyi temsil ettiğini belirtiyor. Soyer'e yönelik operasyonun, başkanlığı döneminde dillendirilen ancak sonradan hızlandırılan bir süreç olduğunu dile getiren Çakır, "ben onun bu soruşturmadan aklanacağına inananlardanım" diyerek kişisel kanaatini paylaşıyor. Yakınlarından edindiği bilgiye göre, "dile getirilen suçlamaların hiçbirisiyle Tuncun bir alakası yok". Ancak Ruşen Çakır, "Türkiye'de ben mahkemelere güvenmiyorum" diyerek yargı sürecine ilişkin derin endişelerini açıkça dile getiriyor.

Tüm bu yaşananlar ışığında, Türkiye'nin maruz kaldığı bu tür "karalamalardan" ve "devlet eliyle yapılan karalamalardan bir an önce kurtulması gerektiğini" vurgulayan Ruşen Çakır, insanların itibarlarının ayaklar altına alınmasının kabul edilemez olduğunu belirtiyor. Bu utanç verici görüntülerin ve baskı ortamının bir gün mutlaka son bulacağına dair inancını dile getiren Çakır, "Türkiye bu kötülükleri aşabilecek bir ülke ben buna inanıyorum" diyor ve ekliyor: "Bir yerden sonra bu kötülüklerle Türkiye gidemez, gidemeyiz, gidemeyiz." Karikatüristin, dergi idare müdürünün ters kelepçeyle alınıp videolarının çekilip bakanlar tarafından büyük bir maharetmiş gibi paylaşılmasının, Türkiye'nin hak ettiği bir yer olmadığını net bir şekilde ortaya koyuyor. Bu durum, adalet arayışından çok, muhalif sesleri bastırma ve korku iklimi yaratma çabası olarak tarihe geçecektir. Asıl soru şu: Bu "gövde gösterileri" gerçekten bir gücü mü yansıtıyor, yoksa içi boş dosyaların yarattığı çaresizliğin bir dışavurumu mu? Ve Türkiye bu "toplu cinnet halinden" çıkış yolunu nasıl bulacak? Bu soruların cevabı, sadece hukukun değil, toplumsal vicdanın da önündeki en büyük sınav olacak.