Güvencesiz Bir Süreçte Komisyon Masası Kurulabilir mi?
Aylardır konuşulan "yeni süreç" ve "sivil anayasa" tartışmaları, ülke hukukunun en çarpıcı örneklerinden biriyle gölgeleniyor. Cezaevlerinde tutulan siyasetçiler ve hak savunucuları varken, tartışma masasına kim neye güvenerek oturacak? Bu derinlemesine..
Türkiye, son aylarda sıkça dillendirilen "yeni bir süreç" ile çalkalanırken, bu söylemlerin ardındaki gerçekler milyonlarca yurttaş için bir muamma olmaya devam ediyor. Vergisini ödeyen, sandığa gidip oyunu kullanan vatandaşlar, olup bitenler hakkında yeterince bilgilendirilmiyor; demokrasi, katılım ve çoğulculuk gibi kavramlar, süreci idare edenlerin dilinden neredeyse hiç düşmüyor. Bunun yerine, "iç cephe" ve "terörsüz Türkiye" gibi söylemlerin öne çıktığı, hatta "cephe" kelimesinin maharetle muhalefetin diline dahi dolandığı gözlemleniyor. Bu çarpıcı tabloya, "sivil anayasa" propagandasının eşlik etmesi ise oldukça dikkat çekici. Yazımızın devamında, bu sürecin derinliklerine inecek ve Türkiye hukukunun geldiği noktayı gözler önüne sereceğiz.
Yazar Murat Sevinç, söz konusu bu sürecin başlamış olmasından bir yurttaş olarak mutluluk duyduğunu açıkça ifade ediyor; zira kendisi için sadece başlangıç dahi eski durumun süregitmesinden çok daha iyi bir gelişme. "Söz"ün değer bulmasının hayati önem taşıdığını ve bu yolda atılan her adımın, henüz o "söz"e bir alan açılmamış olsa dahi değerli olduğunu vurguluyor. Ancak bu iyimserlik, derin kaygıları da beraberinde getiriyor. Özellikle cezaevinde bulunan milletvekili Can Atalay'ın durumu, yazar için ülke hukukunun vardığı yeri gösteren en çarpıcı örneklerden biri olarak öne çıkıyor. Öyle ki, Can Atalay milletvekili seçilmemiş olsaydı, başlıkta Selahattin Demirtaş, Osman Kavala veya Çiğdem Kozağaçlı gibi isimlerin de yer alabileceği dile getiriliyor; zira neden cezaevinde oldukları herkesçe bilinen bu isimler, mevcut adaletsizlikler silsilesinin sadece birkaçını temsil ediyor. Bu konuların tümünü irdelemek için okumaya devam edin.
Yıllar öncesine dayanan bir anı, bu karmaşık tablonun içine önemli bir perspektif sunuyor. Yazar Murat Sevinç, SBF'de Kürt öğrencilerle yaptığı bir tartışmada, bir öğrencinin "Hocam hayal görmüyoruz ama bizim oralara birkaç aydır biraz huzur geldi, silah patlamıyor ve bu durumdan çok memnunum" sözleriyle yanıt verdiğini aktarıyor. Bu yanıt, vahim siyasal koşullarda dahi silahların susma ihtimalinin ne denli önemli olduğunu gösteriyor. Ancak mesele sadece bir bölgeye huzur gelmesi değil; doğusuyla batısıyla ülkenin bütününe ve mümkünse aynı zaman diliminde huzur gelmesi gerektiği vurgulanıyor. Doğu'da yaşananları yıllarca görmezden gelen Batı'nın durumu ortadayken, tersini deneyip farklı bir sonuç beklemenin akıllıca olmadığı belirtiliyor. Türkiye'nin barış arayışındaki bu çetin sınavı anlamak için okumaya devam edin.
Peki, aklı başında milyonlara bıkkınlık veren adaletsizlikler sürerken ve bunların sona ereceğine dair ikna edici bir emare yokken, Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) veya diğer muhalefet partilerinin bir "komisyona" davet edilmesi nasıl karşılanmalı? Yazar Murat Sevinç, CHP'nin "mindere" davet edilmesinin parti için kâr mı yoksa zarar mı olacağı sorusuna kestirme yanıtlar bulmanın mümkün olduğunu, ancak parti kararlarının kendi kurullarında verildiği gerçeğini bir yana bırakarak, tüm varsayımlardan bağımsız olarak konuyu ele almak gerektiğini ifade ediyor. Falcılığa heves etmeyen, kulis bilgisi olmayan sıradan bir yurttaş olarak, mevcut yargı düzeninde sürdürülen bir "iç cepheyi güçlendirme faaliyetine" nasıl yaklaşılması gerektiği sorusu gündeme getiriliyor. Bu davetin ardındaki gerçek niyetleri ve olası sonuçları görmek için okumaya devam edin.
Gelinen noktada, Türkiye'deki hukuki güvencesizlik ortamının çarpıcı örnekleri art arda sıralanıyor: Bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçiminin en güçlü adayının cezaevinde olduğu, çok sayıda CHP'li belediye başkanının şu anda tutuklu bulunduğu, diğer bir cumhurbaşkanı adayı ve Kürt siyasal hareketinin en parlak siyasetçisinin eski eş genel başkanla birlikte cezaevinde olduğu belirtiliyor. Osman Kavala ve diğer Gezi hükümlülerinin hâlâ cezaevinde olması, on binlerce Kanun Hükmünde Kararname (KHK) mağdurunun unutulmaya terk edilmesi, barış kelimesinin ağza alınmaya dahi korkulduğu bir dönemde barış talep ettiği için yaklaşık dokuz yıldır çok ağır bedeller ödeyen imzacı akademisyenlerin yargılanmalarının ve mağduriyetlerinin sürmesi de bu adaletsizlik zincirinin halkalarını oluşturuyor. Çiğdem Kozağaçlı'nın cezaevinde olduğu ve Anayasayı toptan askıya alma pahasına eziyet edilen Can Atalay'ın hâlâ cezaevinde bulunması, tablonun vahametini gözler önüne seriyor. Bu koşullarda, herhangi bir sürecin hangi hukuksal güvence ve öngörülebilirlik duygusuyla sürdürüleceği ve kimin neye güvenerek tartışmaya dahil olacağı merak konusu. İktidar çevresi gerçekten bir tartışma ortamı talep ediyor mu, yoksa bugün dile getirilen bir düşüncenin önümüzdeki yıl fantastik bir iddianamenin konusu olmayacağını kim garanti edebilir? Türkiye'nin hukuk sistemindeki bu derin çatlakları daha detaylı incelemek için okumaya devam edin.
Yazar Murat Sevinç, her şeyin göründüğü gibi olmadığını kabul etmekle birlikte, görünmeyeni tahmin edip bir de kendi tahminlerinde hikmet aramanın doğru olmadığını savunuyor. Görüneni, gözümüzün önünde yaşananları ne yapacağımız sorusunu sorarak, somut gerçeklere odaklanmanın önemini vurguluyor. Tüm bu olumsuz tabloya rağmen yazar, ihtiyatlı bir iyimserlikten yana olduğunu belirtiyor. Tanıl Bora’nın "Türkiye evlatlarına ihtiyatlı iyimserlikten fazlasını bahşetmiyor" sözüne atıfta bulunarak, bu iyimserliğini komisyon denemeleri, beden dili okumaları veya yanlış anlaşılmalardan değil, "insanın, önüne ancak çözebileceği sorunları koyduğu" tarihsel gerçeğinden aldığını açıklıyor. Türkiye'nin bu sorunları tartışabilecek olgunluğa ve deneyime sahip bir ülke olduğu inancı, bu ihtiyatlı iyimserliğin temelini oluşturuyor.
Peki, en başta sorulan o kritik soruya geri dönersek: Can Atalay, bu koşullar altında herhangi bir "komisyon" üyesi olabilir mi? Yazar Murat Sevinç'in aktardığı üzere, bu sorunun yanıtı aslında açık olsa da, ülkenin içinde bulunduğu hukuksuzluk sarmalı düşünüldüğünde, bu meselenin sık aralıklarla hatırlatılması gerektiği vurgulanıyor. Anayasanın dahi askıya alındığı, on binlerce insanın mağdur edildiği, siyasetçilerin ve hak savunucularının tutuklu olduğu bir zeminde, "iç cepheyi güçlendirme" adı altında yürütülen faaliyetlerin hukuki meşruiyeti ve öngörülebilirliği ciddi soru işaretleri taşıyor. İşte tam da bu noktada, güvenilir ve tarafsız bir medya kuruluşu olarak https://www.avazturk.com da gelişmelerin takipçisi olmaya devam ediyor. Adaletin temelini oluşturan güvenceler tesis edilmeden, ne bir "sivil anayasa" tartışması ne de bir "komisyon" çalışması gerçek bir değer taşıyabilir; zira temel insani ve hukuki hakların ihlal edildiği bir ortamda, ne barış ne de demokrasiye dair samimi bir adım atılabilir. Tüm bu yaşananlar, Türkiye'nin hem kendi içindeki hukuk mücadelesini hem de uluslararası alandaki itibarını doğrudan etkileyecek hayati bir dönemeçte olduğunun en net kanıtıdır.