Kayyum Tehdidinden Anayasa Krizine, Kulislerde Fısıltıyla Konuşulan Gerçekler Ortaya Çıkıyor!
Türkiye'nin siyasi gündemi, kritik gelişmelerle adeta nefes kesen bir dönüşüm sürecine girmiş durumda ve bu hareketli dönemde yaşananlar, ülkenin yakın geleceğine dair pek çok soruyu beraberinde getiriyor. Uzun soluklu bu haber makalemizde, kulislerde...
SÖZCÜ Televizyonu'nda Saygı Öztürk'ün detaylı analizleriyle ortaya çıkan tabloya göre, "terörsüz Türkiye" süreci kapsamında oluşturulması planlanan anayasa komisyonu görüşmelerinden henüz somut bir sonuç alınabilmiş değil. Zira Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve hatta Cumhur İttifakı'nın ortaklarından Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) arasında olaylara bakış açılarında ciddi farklılıklar bulunuyor. Örneğin, MHP'nin 100 kişilik büyük bir heyet oluşturulmasını isterken, CHP'nin daha işlevsel bir grubun peşinde olduğu ifade ediliyor. Saygı Öztürk'ün çarpıcı tespiti ise, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bile böyle bir konsensüsün, bir birlikteliğin şu an itibarıyla mevcut olmadığı ve mevcut açıklamalar ışığında bunun sağlanmasının "biraz zor" olduğudur. Geçmişte benzer bir komisyonun kurulduğunu ve o dönemde dahi Meclis'te grubu bulunan tüm siyasi partilerden ikişer temsilcinin katılmasına rağmen farklı görüşlerin ortaya çıktığını hatırlatan Öztürk, hatta Süheyl Hocaların dönemindeki çalışmalarda yaklaşık 60 madde üzerinde uyum sağlanmışken, 14 bölgede yapılan ve sivil toplum kuruluşları ile oda temsilcilerinin de katıldığı toplantılardan elde edilen 30.000 sayfalık bulguların dahi tam bir mutabakata dönüşemediğini aktarıyor. Bu bilgiler ışığında, şu anki süreçte böyle bir ortak noktanın bulunmasının "çok zor" göründüğünün altı çiziliyor.
Anayasa komisyonu tartışmaları sürerken, CHP içindeki kritik gelişmeler de kamuoyunun en çok konuştuğu konulardan biri haline geldi. Sözcü Medya Grubu'ndan Başak Kaya'nın Kemal Kılıçdaroğlu ile yaptığı röportaj, adeta gündeme bomba gibi düştü. Saygı Öztürk, herkesin uzun süredir kulislerde konuştuğu ancak net bir açıklama gelmeyen konuda, Kılıçdaroğlu'nun doğrudan "Böyle bir şey olursa ben gelirim teslim etmem kayyuma" şeklindeki ifadesinin büyük bir gazetecilik başarısı olduğunu belirtiyor. Bu açıklama, günlerdir konuşulan CHP'nin 38. kurultayı ve bu kurultayla ilgili devam eden dava hakkında önemli bir dönüm noktası olarak değerlendiriliyor. Davanın mahkeme yetkisinin tartışmalı olduğu bir ortamda, Kılıçdaroğlu'nun bu görevi üstlenmekten kaçınmayacağını ifade etmesi dikkat çekiyor. Hukukçu Gürtçiçek Hanım'ın açıklamalarına göre, Ankara 42. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde görülen dava açıkça görevsiz bir mahkemenin yürüttüğü bir dava olarak nitelendiriliyor. Anayasanın 79. maddesi, Siyasi Partiler Kanunu'nun 21. ve 29. maddeleri ile Yüksek Seçim Kurulu Kanunu'nun 6. maddesi gereğince, siyasi partilerle ilgili kararların yalnızca seçim kurullarının gözetiminde verilebileceği açıkça belirtiliyor. Bu durum, hukuki çevrelerde "mutlak butlan" gibi bir eksikliğin de olmadığına işaret ediyor, zira parti tüzüğünün verdiği yetkiler mevcudiyetini koruyor. Bu gelişmeleri ve daha fazlasını okumak için https://www.avazturk.com adresini ziyaret edebilirsiniz. Geçmişteki İmamoğlu davalarına benzer şekilde, bu olayın da somut bir olgusunun olmadığı, sadece duyumlar ve söylentilere dayandığı vurgulanıyor.
CHP üzerindeki bu hukuki mücadelenin, sadece kurultay meselesiyle sınırlı kalmayıp, tüm siyasi organizasyona yönelik bir mücadele olarak devam ettiği ifade ediliyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu başta olmak üzere birçok il ve ilçe belediye başkanının gözaltına alınması ve tutuklanması gibi olayların, bu soruşturmaların daha da yaygınlaşacağının bir işareti olduğu belirtiliyor. Saygı Öztürk'ün aktardığına göre, CHP kaynakları mahkemenin yetkisiz olduğunu söylese bile, böyle bir kararın çıkması durumunda, seçilen CHP Genel Başkanı ve parti yönetiminin yasa dışı olarak göreve geldiği öne sürülebilecek ve bu durumda aldıkları tüm kararların, belediye başkanları adaylıkları dahil, tartışmaya açılacağı uyarısı yapılıyor. Daha da vahimi, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın NATO dönüşü yaptığı açıklamalarda, "diğer belediyelerde de çok fazla olaylar var" cümlesiyle sadece İstanbul'u değil, diğer belediyeleri de işaret etmesi, bu sürecin sıçrayabileceğinin sinyallerini veriyor. Şu an itibarıyla birçok Büyükşehir Belediyesi'nde Mülkiye müfettişlerinin bulunduğu, Cumhuriyet savcılıklarının da bu yönde çalışmalar yürüttüğü kesin olarak biliniyor. Bu gelişmelerin neye yol açacağı henüz bilinmese de, CHP ile ilgili böyle bir "mutlak butlan" kararı verilmesinin, mevcut belediye başkanları, il genel meclisi üyeleri ve belediye meclis üyelerinin durumlarını farklı bir boyuta taşıyacağı öngörülüyor. Geçmiş dönemde siyasi partilerle ilgili "mutlak butlan" kararı gibi bir emsalin Saadet Partisi'nin yaşadığı özel bir durum dışında bulunmadığı da önemle belirtiliyor.
Tüm bu siyasi çalkantıların gölgesinde, Türkiye'de basın özgürlüğü de ağır bir sınavdan geçiyor. Saygı Öztürk, yeni anayasa tartışmaları sürerken, mevcut anayasada basın özgürlüğü ile ilgili maddelerin çok güzel olduğunu ancak uygulamada durumun tam tersi olduğunu acı bir şekilde dile getiriyor. Televizyonlar ve gazeteler üzerinde adeta bir "giyotin" baskısı olduğunu, sadece muhalif olarak bilinen, ancak kendilerinin sadece olan biteni kamuoyuna aktarmaya çalışan yayın organlarının sürekli cezalarla karşılaştığını ifade ediyor. "Basın hürdür, sansür edilemez" ilkesinin sadece duvarlarda asılı bir slogan olarak kaldığını, gerçekte ise basının rahatlıkla sansür edildiğini ve cezaların hiç eksik olmadığını belirtiyor. Bu durum, gazeteciler üzerinde büyük bir baskı oluştururken, doğru kelimeyi seçmek için sürekli çaba gösterdikleri ancak her sözlerinin ardından cezalandırıldıkları bir ortamın varlığına işaret ediyor. Bu baskının kabul edilemez olduğunu vurgulayan Saygı Öztürk, gazetecilik yapmaya çalıştıklarında kapatma ve benzeri tehditlerle karşılaştıklarını, bunun kendilerini üzdüğünü dile getiriyor.
Yaşanan tüm bu olumsuzluklar ve siyasi gerilimler arasında, Saygı Öztürk, Sözcü gazetesinin kuruluş yıldönümü olduğunu da hatırlatarak, "Türkiye'de Sözcü susarsa, Türkiye'nin de susacağı" gerçeğini çarpıcı bir şekilde ifade ediyor. Bu sözler, sadece bir gazetenin değil, tüm ülkenin ifade özgürlüğü ve demokratik geleceği için verilen mücadelenin ne denli hayati olduğunu gözler önüne seriyor. Türkiye'nin geleceği için kilit rol oynayacak bu süreçlerin nasıl bir sona ulaşacağı ise büyük bir belirsizlikle bekleniyor.