Kimseye Terörist Demeyin, Bir Gün Lazım Olur Mu?
MİT ziyaretlerinden yargı skandallarına, kazların hapis cezasından Erdoğan'ın uçak gazetecilerine kadar Türkiye'nin çarpık siyaset arenası! Kimlerin 'terörist' ilan edildiği, kimlerin gizlice serbest bırakıldığı ve medya manipülasyonunun inanılmaz...
Değerli okuyucularımız, bugün sizlere Türkiye siyasetinin perde arkasında yaşanan, akıllara durgunluk veren olayları ve bu olayların ardındaki çarpıcı gerçekleri aktaracağımız eşsiz bir haber makalesi sunuyoruz. Bu makale, Google'da daha önce yayınlanmamış benzersiz analizler ve detaylar içermekte olup, her satırında heyecanınızı koruyarak konunun derinliklerine inmeye devam edeceğiz.
Son günlerde kamuoyunu meşgul eden ve pek çok soru işaretini beraberinde getiren olayların başında, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanının aralarında DEM Parti, AKP ve CHP’nin de bulunduğu siyasi partilere yaptığı ziyaretler geliyordu. Bu ziyaretler, birçok kesim tarafından bir devlet ciddiyetinden uzak, tamamen millete "bakın biz ne kadar şeffafız" mesajı verme gayretine yönelik bir "numara" olarak değerlendirilmekte. Can ATAKLI, MİT başkanının siyasi bir tarafı olmadığını ve bu tür siyasi partilere neyin bilgisini verebileceğini sorgulayarak, bu görüşmelerin "tamamen milleti uyutmak için yapılan numaralar" olduğunu ifade etti. Zira bu görüşmelerden sonra hiçbir açıklama yapılmamış olması bu iddiaları güçlendirmekte. Bu durum, aynı zamanda başka bir adaletsizlik örneğiyle de çarpıcı bir tezat oluşturuyor: Avrupa Birliği kararlarına uyulduğu gerekçesiyle 200 PKK'lının serbest bırakıldığı bir dönemde, yedi yıldır cezaevinde tutulan Selahattin Demirtaş’ın mahkumiyeti olmamasına rağmen hala içeride tutulması. Bu adaletsizlik, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının dahi tanınmamasıyla pekiştiriliyor ve yargı kararlarının dahi belli çıkarlara göre esnetildiği izlenimini yaratıyor.
Bu akıl almaz durumlar silsilesi, adalet sistemindeki "partizanlık" iddialarını güçlendiriyor. Örneğin, Balıkesir'deki bir kafenin kazlarının, vatandaş şikayeti üzerine Cimer tarafından "kafes cezasına" çarptırılması olayı, akıl sınırlarını zorlayan bir vakadır. Cimer’in bu kadar hızlı harekete geçmesinin, şikayet edenlerin AKP'li "dangalaklar" olmasından kaynaklandığı iddia ediliyor, zira Can ATAKLI'ya göre "Cimer başka türlü harekete geçmez". Bu "kafes cezası" yüzünden sekiz kazın sıcaktan ve hareketsizlikten boğularak ölmesi, yaşanan vicdansızlığın ve aptallığın acı bir kanıtı olarak sunuluyor. Bu olay, ülkedeki adalet ve yönetim anlayışının nasıl bir "geri zekalılık" seviyesine indiğini gözler önüne seriyor. Haberlerimizi daha geniş kitlelere ulaştırmak ve kamuoyunu bilgilendirmek adına, benzer derinlemesine araştırmaları ve analizleri https://www.avazturk.com adresinde de bulabilirsiniz. Bu çarpıcı olaylar, siyasi söylemlerin ve "terörist" tanımlamalarının nasıl bir anda değişebileceğine dair de önemli ipuçları taşıyor.
Devlet Bahçeli'nin Cumhurbaşkanı yardımcısının Kürt ve Alevi olması gerektiği yönündeki iddiaları, gazeteci İsmail Saymaz aracılığıyla gündeme gelirken, Bahçeli'nin bu iddiaları yalanlamaması, adeta bir "sağır-dilsiz" rolü oynayarak konunun doğruluğunu teyit eder nitelikte görüldü. Ardından Yıldıray Çiçek'in, Bahçeli'nin adını kullanarak yaptığı "kardeşlik vurgusu" açıklaması, daha önceki uygulamaların tam tersi bir anlama geldiği için "saçma sapan" bulundu. Can ATAKLI, bu açıklamanın Kürt ve Alevi vatandaşların sanki bugüne kadar devlette yer alamıyormuş gibi bir algı yarattığını belirterek, halkın aklıyla bu kadar oynanmaması gerektiğini vurguladı. Bu durum, PKK'nın dahi "terörist" olmaktan çıkarılıp "önder" olarak anılmaya başlandığı, ancak PYD'nin liderlerinden Mazlum Abdi (Mazlum Kobani) gibi isimlere hala "terörist" denilmesine yönelik bir ikiyüzlülüğü de beraberinde getiriyor. Mehmet Metiner gibi iktidara yakın isimlerin dahi CNN Türk'ü Mazlum Kobani'ye "terörist" dediği için eleştirmesi, aslında siyasi ikbal uğruna "terörist" tanımlamasının nasıl esneyebileceğinin açık bir göstergesidir. Can ATAKLI'nın bu konudaki net mesajı ise şuydu: "Terörist deme bir gün lazım olur!". Bu söz, ilerleyen paragraflarda tüm çıplaklığıyla anlam kazanacak.
Siyasi ve etik değerlerin bu denli eğilip büküldüğü bir ortamda, yargı ve sağlık alanındaki skandallar da gündemdeki yerini koruyor. Beylikdüzü Belediye Başkanı Murat Çalık'ın kanser olduğu iddialarıyla ilgili adli tıp raporu, kamuoyunu şoke etti. Raporda, Çalık'a 1999 yılında akut miyeloid lösemi (AML) teşhisi konduğu ancak hastalığın 26 yıldır tekrar etmediği ve belirtilerin kaybolduğu ifade ediliyor. Dahası, dosyada bu hastalıkla ilgili hiçbir patoloji raporu veya tedavi belgesinin bulunmadığı, lenf kanseri (lenfoma) teşhisine ilişkin de herhangi bir bulgunun yer almadığı belirtiliyor. Bir ayda 43 kilo kaybederek 43 kiloya düştüğü gözle görülen bir kişinin, adli tıp tarafından hastalık bulgusuna rastlanmaması, doktorların "Hipokrat yeminini bir kenara bırakıp AKP talimatıyla iş yaptığı" iddialarını güçlendiriyor. Benzer bir skandal ise LGS sınavında yaşandı. 791 öğrencinin birden 500 tam puan alması, istatistiksel olarak düşük bir ihtimal olmasına rağmen, Milli Eğitim Bakanı tarafından "şaibe" iddiaları reddedildi. Ancak Can ATAKLI, bu durumun soruların satılması değil, iktidarın "kendi yetiştirdikleri" çocukları proje okullarına sokma çabası olabileceği şüphesini dile getirdi. Bakanlık yetkililerinin soruşturma açması ve bilgi işlem müdürünün görevden alınması gibi adımlar dahi, kamuoyundaki şüpheyi gidermeye yetmedi.
Ve işte tüm bu olaylar zincirinin zirvesini oluşturan, medya manipülasyonunun inanılmaz boyutlarını gözler önüne seren "uçak gazetecileri" skandalı! Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yurt dışı seyahatlerinde uçağına aldığı ve "gazeteci" diye nitelendirilen bu kişilerin, aslında "emir kulları" ve "biat etmiş kullar" olduğu iddia ediliyor. Fahrettin Altun'un yerine yeni Cimer başkanı Burhanettin Duran'ın devraldığı bu "operasyonun" acemice devam ettiği belirtiliyor. Kıbrıs dönüşü çekilen toplu fotoğrafın ardından, bu "gazeteciimsi" kişilerin internet sitelerinde ve gazetelerinde yayınladıkları soru-cevap içerikleri adeta bir tiyatro oyununu andırıyor. Can ATAKLI'nın hesaplamalarına göre, Ankara-Lefkoşa uçuşunun 65 dakika olduğu, bunun ilk 10 dakikasının kalkışa, son 15 dakikasının inişe ayrıldığı ve fotoğraf çekimi ile yerleşme sürecinin en az 10 dakika sürdüğü göz önüne alındığında, geriye kalan 30 dakikada bu kadar uzun soruların sorulup detaylı cevapların alınmasının fiziksel olarak imkansız olduğu ortaya kondu. Bu durum, gazetecilere flaş belleklerle soruların ve cevapların verildiği ve onların da bunları kendi haberleriymiş gibi yayınladığı iddialarını güçlendiriyor. Erdoğan'ın prompterdan okurkenki akıcı konuşma tarzı ile soru-cevap sırasındaki daha doğal ve yavaş temposu arasındaki fark, bu cevapların Erdoğan'a ait olamayacağı şüphesini daha da artırıyor. Bu durum, gazetecilik mesleğinin onurunun hiçe sayıldığını ve iktidara yaltaklanma uğruna her türlü hilenin yapıldığını gözler önüne seriyor.
Tüm bu yaşananlar, Türkiye'de siyasetin ve devlet yönetiminin nasıl bir çifte standartlar ve pragmatizm yumağına dönüştüğünü açıkça gözler önüne seriyor. Yargının siyasi talimatlarla hareket ettiği iddiaları, medyanın iktidarın bir propaganda aracı haline geldiği algısı ve hatta bürokrasinin en üst kademelerinde dahi akıl ve vicdanın ikinci plana atıldığına dair şüpheler derinleşiyor. Asıl çarpıcı gerçek ise, bir zamanlar "terörist" ilan edilenlerin, siyasi çıkarlar gerektirdiğinde nasıl "önder" veya "dost" statüsüne yükselebildiği gerçeğidir. Can ATAKLI'nın "Terörist deme, bir gün lazım olur!" uyarısı, sadece bir öngörü değil, aynı zamanda Türkiye siyasetinin ikiyüzlü ve ahlaki değerlerden uzaklaşmış yüzünü en çarpıcı şekilde ortaya koyan bir itiraftır. https://www.avazturk.com olarak, bu tür gerçekleri cesurca dile getirmeye ve kamuoyunu aydınlatmaya devam edeceğiz. Bu düzenin bir gün mutlaka sona ereceği ve vicdanlı gazeteciliğin yeniden yükseleceği umuduyla...