PKK Asker Olurken Komutanlara Siyanürlü Tuzak Ortaya Çıktı!

PKK Asker Olurken Komutanlara Siyanürlü Tuzak Ortaya Çıktı!

Türkiye'nin güvenlik ve askerlik tarihinde akıllara durgunluk veren iki olay, bir kez daha gündemde. PKK'lıların askere alınması tartışmaları sürerken, 1992'deki gizli bir komutan suikast girişimi tüm detaylarıyla gün yüzüne çıkıyor. Bu şoke edici...

Türkiye, son dönemde "Hayaldi gerçek oldu" başlığı altında, rüyamızda bile görsek inanmakta güçlük çekeceğimiz gelişmelerle sarsılıyor. Bu makalede ele alacağımız konular, yakın tarihimizdeki en çarpıcı olaylardan birini gün yüzüne çıkarırken, güncel gelişmelerle arasındaki ürkütücü bağlantıyı gözler önüne serecek ve sizleri koltuklarınıza mıhlayacak bir gerçekle yüzleştirecek. Haberimiz tüm detaylarıyla devam etmektedir.

AKP'nin Kızılcahamam kampında gerçekleştirilen "Terörsüz Türkiye" oturumu, ülke gündemine bomba gibi düşen bir tartışmayı başlattı. Sayın milletvekillerimiz, PKK'nın kendini feshetmesi ve silah bırakması durumunda askerlik çağına gelmiş olan eski PKK'lıların akıbetini merak ederek, "PKK kendini feshedince, silah bırakan ve askerlik çağına gelmiş olan PKK'lılar ne olacak" diye sordu. Bu soruyu yanıtlayan Milli Savunma Bakanımız Yaşar Güler, "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan örgüt üyeleri, eğer herhangi bir eyleme katılmamışlarsa, askerlik görevlerini de yapmamışlarsa, askere alınırlar, askerlik yaparlar" açıklamasını yaptı. Bu "müjdeli" (!) haber, sayın medyamız tarafından adeta davul zurnayla tüm Türkiye'ye duyuruldu.

Bu gelişme, pek çok kişinin zihninde soru işaretleri ve endişeler uyandırdı. "Mustafa Kemal'in askerleriyiz" diyen teğmenlerin ordudan atıldığı bir dönemde, PKK'lıların askere alınacak olması derin bir tezat oluşturuyor. Haberci olarak merak etmemek elde değil: Mesela parası olan PKK'lılar parayı bastırıp bedelli askerlikten faydalanabilecek mi? Vatani görevlerini tamamladıktan sonra tezkere bırakan PKK'lılar maaş karşılığında sözleşmeli er olabilecek mi? Lise mezunu teröristler, kamu personeli seçme sınavı KPSS'ye girip, uzman çavuş olabilecek mi? Hatta ve hatta, bu kişilere "kınalı kuzular" mı diyeceğiz? Bu sorular ve daha fazlası için, https://www.avazturk.com adresini ziyaret ederek Türkiye'nin en güncel haberlerini ve analizlerini takip edebilirsiniz.

Şimdi ise, sizlere Türkiye'ye unutturulmaya çalışılan, ancak hafızalarımızda hala taze durması gereken ürkütücü bir tehlikeyi hatırlatmak istiyoruz. Takvimler 1992 yılını gösteriyordu. Terörle mücadelenin en şiddetli dönemi yaşanıyordu. Taşdelen, Üzümlü, Alan, Aktütün gibi bölgelerde bölücü örgüt sürekli karakol basıyor, sel gibi şehit tabutları geliyordu. Irak'taki kamplarından gelip asfaltta yol kesen, otobüsleri durdurup sivilleri katleden, korucu köylerini basan bu örgüt karşısında, sınır ötesi harekatlar yapmak için o yıl Özel Kuvvetler Komutanlığı kurulmuştu. Adeta duman tüten bir atmosfer içinde, akıllara kazınacak bir olay yaşandı.

Bu yoğun ve gergin atmosferde, 4 Kasım 1992 tarihinde Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhittin Fisunoğlu, Birinci Ordu Komutanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı ve Üçüncü Kolordu Komutanı Korgeneral Hikmet Köksal, İstanbul Hasdal'da zırhlı tugayı denetliyordu. Kışlayı gezdiler, kısa bir brifing aldılar ve öğle yemeği vakti gelmişti.

Genelkurmay Başkanı, komutanlar için tugay gazinosunda yemek hazırlandığı belirtilmesine rağmen, "er yemekhanesinde erlerle birlikte yiyelim" diyerek önemli bir jestte bulundu. Hep birlikte karavana yedikten sonra, tugay komutanının makam odasına geçtiler. Burada, Genelkurmay Başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanı ve Birinci Ordu Komutanı Türk kahvesi istedi, Üçüncü Kolordu Komutanı ise çay talep etti.

Yaklaşık on dakika sonra kahveler ve çaylar ikram edildi. Hiyerarşi nezaketi gereği Genelkurmay Başkanının ilk yudumu alması beklendi. Orgeneral Güreş, kahvesinden bir yudum alır almaz dudaklarını değdirip "tadı tuhaf bir acı" dedi ve "komutan kahvesi diye kahveyi dolduruyorlar, ondan böyle oluyor herhalde" yorumunu yaptı. Bu sözler üzerine Kara Kuvvetleri Komutanı Muhittin Fisunoğlu şüphelendi, kahveyi kokladı ve "normal değil bu, kahve değil, sakın içmeyin" diye uyardı. Tugay komutanı anında dışarı fırladı ve mutfağın derhal enterne edilmesi, giriş çıkışların durdurulması emrini verdi.

Yapılan ilk incelemelerde, kahvelerin iki garson er tarafından pişirildiği, hatta birinin bizzat servis ettiği tespit edildi. Bu erlerin isimleri Mustafa Akın ve Mehmet Saka idi. Koşturmaca başladı ancak şüpheli erlerin sırra kadem bastığı anlaşıldı. Peşlerine düşüldüğünde, kahveleri hazırlayıp servis ettikten hemen sonra koşa koşa nizamiyeye geldikleri, kendilerini durduran nöbetçilere "komutanlara kahve ikram etmek için Sakarya kışlasından acele fincan getireceğiz" dedikleri belirlendi. Nizamiyeden çıktıkları, yolda durdurdukları -veya kendilerini bekleyen- bir otomobile binerek Tekirdağ yönüne gittikleri ortaya çıktı. Suikast şüphesi artık bir şüphe olmaktan çıkmış, neredeyse somut bir gerçek halini almıştı.

Suikast girişimini delillendirmek üzere, söz konusu kahveler fincanlarıyla ve cezvesiyle birlikte derhal Adli Tıp Kurumu'na, GATA'ya ve çapraz teyitler almak üzere hassas tahlil laboratuvarları olan özel hastanelere gönderildi. Ve evet... Adli Tıp Kurumu müdürü Profesör Sevil Atasoy imzalı rapora göre, numuneler fareler üzerinde denenmişti, öldürücü etkiye sahipti ve içerik siyanür'dü.

Bununla da kalmadı. Komutanlar için tugay gazinosunda özel olarak hazırlanan, ancak komutanların er karavanasından yemek yedikleri için tüketilmeden kalan yemeklerden de numuneler alındı. Bu numuneler Hıfzısıhha'ya gönderildi ve Sağlık Bakanlığı'nın çok gizli acil raporuna göre, çorbanın yanında servis edilecek olan limon suyunda ve zeytinyağında da siyanür bulgusu vardı. Komutanlar çorbayı içmeyince, suikastçılar kahveye siyanür koymuştu.

Aslına bakarsanız, bu suikast girişiminden Türkiye'de kimsenin haberi yoktu. Tesadüfe bakın ki, değerli arkadaşımız Korcan Karar tam o gün, gazeteden izin almış, Dinç Bilgin'in Sabah gazetesinde çalışıyordu. Rahmetli anneciğini hastaneye götürmüştü, Florence Nightingale Hastanesi'nde tahlil yaptıracaklardı, laboratuvar bölümünde sıra bekliyorlardı. Rütbeli subayların koridorlarda telaşla koşuşturduğunu gördü. Askeri hastaneler varken neden özel hastanenin tahlil laboratuvarına gelmiş olduklarını merak etti, kurcaladı, hemşirelerle, laborantlarla konuştu. Üst düzey bir komutanın zehirlenmek istendiğini, kahve numunesinin tahlil için getirildiğini öğrendi.

Korcan, haberin peşini bırakmadı. Annesini hemen taksiye bindirip eve gönderdi, hastaneye geri daldı. Alttan girdi üstten çıktı, bıkkınlık verinceye kadar subayların ağzını aradı, sıkıştırdı ve Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş'in kahvesine siyanür konulduğunu öğrendi. Kulaklarına inanamıyordu. Duyması yetmiyordu elbette, belge lazımdı. Belgeyi elbette alamadı ama, kahve numunesinde siyanür bulunduğunu kanıtlayan tahlil raporunu bizzat gözleriyle gördü. Uçarcasına gazeteye gitti, oturdu ve haberi yazdı.

Yazı İşleri Yönetimi, Korcan'ın gazetecilik liyakatından emindi ancak böylesine bir haberi manşet yapmak, hassas ötesi bir durumdu. Gazetenin Ankara bürosunu bilgilendirdiler. Ankara bürosu Genelkurmayı kurcaladı; "eyvah, yok öyle bir şey" diyorlar, kesin bir dille yalanlıyorlardı. Hatta, "yalan haber yayınlarsanız sizin için tatsız sonuçları olur" filan diyerek, aba altında sopa gösteriyorlardı. Korcan ise emindi, kararlıydı, "gözlerimle gördüm" diyordu. Gazete yönetimi düşündü taşındı, Korcan'ın haberinin arkasında durmaya karar verdiler. Olabilecekleri göze alarak, dokuz sütuna avize gibi manşet yaptılar.

Bugün PKK'lıların askere alınması gibi tarihi bir kararın eşiğindeyken, geçmişte komutanlara yönelik böylesine cüretkar bir suikast girişiminin yaşanmış olması, Türkiye'nin güvenlik algısının ve iç tehditlerin ne denli karmaşık olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Dün komutanların kahvesine siyanür karıştıranların, bugün yeni bir kılıfla ortaya çıkıp çıkmayacağı, https://www.avazturk.com adresinde ve ülke gündeminde tartışılan en önemli sorulardan biri olmaya devam ediyor. Bu gelişmeler, her bir vatandaşın geleceği derinden etkileyecek ve Türkiye'nin istikbalini belirleyecek önemli bir dönüm noktasına işaret ediyor.