Saklanan Belgeler, Tartışmalı Manşetler ve Tek Adam Rejimi!

Saklanan Belgeler, Tartışmalı Manşetler ve Tek Adam Rejimi!

Ankara'nın derin koridorlarından gelen tüyler ürpertici iddialar, siyasetin en karanlık yüzünü gözler önüne seriyor. Meclis'te yaşanan gerilimden, İmralı'dan sızan belgelere, toplumun vicdanını kanatan olaylara kadar her şey, Türkiye'nin geleceğine dair..

Bugün, Ankara'dan yayılan kulis bilgileri ve Meclis'in derinliklerinden sızan tüyler ürpertici gelişmelerle dolu bir gündeme tanıklık ediyoruz ve bu makale, tüm bu karmaşık olaylar örgüsünün ardındaki gizli bağlantıları ve çarpıcı gerçeği gözler önüne sermeye devam edecek. Günlerdir kamuoyunu meşgul eden Akit gazetesinin provokatif manşetinden tutun da, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkan Yardımcısı Fethi Yıldız'ın masasında görülen tartışmalı kitaplara kadar her detay, aslında çok daha büyük bir oyunun parçası olduğunu düşündürüyor. Sessiz kalan vicdanlar ve siyasi manevralar arasında, Türkiye adeta bir dönüm noktasında duruyor.

Akit gazetesinin ana muhalefet lideri Özgür Özel'i hedef alan "Senin de sonun Silivri olacak!" manşeti, siyasi arenada şok etkisi yaratırken, bu manşetin "Beyaz Toros" tartışmalarının hemen ardından gelmesi ve bir savcının sosyal medya hesabındaki "Beyaz Toros" fotoğrafının gündeme oturması, komplo teorilerini güçlendirdi. Gazeteci Bahar Feyzan, Akit'in bu denli cesur manşetleri atabilmesinin, iktidarla olan "bağlantısından" kaynaklandığını açıkça dile getirirken, iktidardaki bazı seslerin "Özgür Özel'in fezlekesi gelsin, dokunulmazlığı kaldırılsın ve yargılansın" diyerek, CHP'nin başına Kemal Kılıçdaroğlu gibi "asıl emanetçi" bir liderin geri dönmesini arzuladığını iddia etti. Bu durum, siyasetin sadece bir güç mücadelesi olmaktan çıkıp, "yargılıyoruz ya da içeri atabiliyoruz" noktasına geldiğini gözler önüne seriyor.

Peki, tüm bu yaşananların ardında daha derin bir strateji mi var? İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı Cenk Özatıcı'nın katıldığı yayınımızda dile getirdiği iddialar, gündeme bomba gibi düştü. Özatıcı'ya göre, "silah bırakma meselesi" olarak sunulan şey, aslında "Amerika ve İsrail'in sipariş ettiği, Cumhur İttifakı'nın pişirdiği, iletişim başkanlığının paketlediği bir zehirden ibaret"! Bu zehrin temel amacı ise, "çözüm süreci alana yeni anayasa bedava" tezgahıyla Türkiye'yi kurucu değerlerinden uzaklaştırmak. Özatıcı, bu sürecin AK Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve DEM Parti tarafından yürütüldüğünü, hatta https://www.avazturk.com gibi milli basının da sürekli takip ettiği bu gelişmelerin Türkiye'yi "Atatürk'ün kurduğu milli ve üniter devlet vasfından sıyırıp" "üç uluslu federe istibdat rejimine" götüreceğini öne sürdü.

Cenk Özatıcı'nın iddiasına göre, bu sözde "barış" süreci, gerçeklikten uzak. KCK çatısı altında faaliyet gösteren Pejak (İran), PÇDK (Irak), PKK (Türkiye) ve YPG/PYD (Suriye) gibi örgütlerin silah bırakmadığını, hatta Suriye'deki YPG'nin 100 bin kişilik "terör ordusu"nu Amerika'nın verdiği silahlarla beslemeye devam ettiğini belirtti. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 2019'daki "PKK = YPG PYD" sözünü hatırlatan Özatıcı, YPG'nin Suriye'de "devlet kurduğunu" ve federasyon, milli marş ve bayrak değişikliği gibi taleplerle varlığını sürdürdüğünü vurguladı. Onun ifadesiyle, YPG'nin Türkiye'yi dinlemediği, sadece Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail'in emirleri doğrultusunda hareket ettiği net bir şekilde ifade edildi.

Bu tehlikeli sürecin merkezinde ise Abdullah Öcalan'ın "aktörleştirilmesi" çabası yatıyor. Cenk Özatıcı, bu durumu "Türk milletinin bugününe ve istikbaline yapılmış en büyük kötülüklerden biri" olarak nitelendirirken, bunun Kürtlere de yapılmış büyük bir hakaret olduğunu söyledi. Özatıcı, 2015 Nisan'ında sızdırılan İmralı tutanaklarından çarpıcı bir detayı paylaştı: Abdullah Öcalan'ın Pervin Buldan'a, Adalet Bakanlığı heyetiyle görüştüğünde "hemen hukuki şeylere girmeyin, kayyum meselesi dahil zaten siz bu işi beceremezsiniz, CHP de bu hale düşmezdi becerebilseydi" dediği ortaya çıktı. Bu tutanaklar, Öcalan'ın Türkiye'de "özerklik" kelimesi yerine "yerel demokrasi" çerçevesi çizmeye çalıştığını ve bu modeli destekleyen her blokla ittifak yapma niyetini açıkça gösteriyor.

İYİ Parti'nin bu "yeni anayasa" projesine neden karşı çıktığı ve komisyona dahil olmayacağı da netleşti. Cenk Özatıcı, Meclis'te kurulacak komisyonun "bir tezgah" olduğunu, AKP ve MHP'nin çoğunlukta olacağı bu komisyonun, yanlarında DEM Parti'nin de desteğiyle, tıpkı bir noter gibi önceden belirlenmiş kararları meşrulaştırmayı amaçladığını savundu. Özatıcı, bu planın amacının Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "bir kez daha ve bir kez daha aday olmasının önüne geçebilmek" ve mevcut antidemokratik rejimi tahkim etmek olduğunu belirtti.

Tüm bu siyasi çalkantıların ortasında, MHP Genel Başkan Yardımcısı Fethi Yıldız'ın masasında duran bir kitap, derin bir vicdani mesajın fısıltısı olarak yankılandı. Gazeteci Bahar Feyzan'ın yorumuna göre, Stefan Zweig'ın "Vicdan Zorbalığa Karşı" adlı eseri, aslında Thomas More'un Kral Henry VIII'e karşı vicdanının sesini dinleyerek direnişini anlatıyor. Feyzan, Yıldız'ın bu kitabı masasına koymasının, onun "40 yıllık milliyetçilik" anlayışıyla "Öcalan'ın önder" gibi bir ifadeyi kabullenme arasındaki vicdan mücadelesini yansıttığını ve belki de sessiz bir direniş mesajı verdiğini ileri sürdü. Bu durum, siyasetin en çetin koşullarında dahi bireysel vicdanın ne denli güçlü bir direniş aracı olabileceğine dair çarpıcı bir ipucu sunuyor.

Ne yazık ki, bu karmaşık siyasi tablonun yanı sıra, toplumun vicdanını derinden yaralayan başka olaylar da yaşandı. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin'in LGS istatistiklerini yayınlamaması ve cevap kağıtlarının değiştirildiği iddiaları, eğitim sistemindeki şaibe tartışmalarını alevlendirdi. Dahası, 14 yaşındaki bir LGS birincisi öğrencinin siyasi hedeflerle zan altında bırakılması, çocukların bile acımasız siyasetin kurbanı olabileceğini gösterdi. Aynı vicdansızlık, İzmir'de denize girdiği için şikayet edilip barınağa kapatılan ve orada hastalanarak hayatını kaybeden Ares adlı köpeğin dramında ve sıcakta bir veteriner kliniği önüne terk edilen hasta bir kedinin hikayesinde de kendini gösterdi. Tüm bunlar, Cenk Özatıcı'nın da vurguladığı gibi, bir "Kürt sorunu" ya da "mezhep sorunu" değil, aksine derin bir "hukuk devleti problemi" olduğunu kanıtlar nitelikte.

Ve işte korkunç gerçek: Cenk Özatıcı'nın "korelasyon nedensellik demek değildir" tespitiyle, tüm bu olayları birbirine bağlayan şaşırtıcı bir sebep-sonuç ilişkisi ortaya kondu. İmamoğlu'nun tutuklanması ve medyadaki sesinin kısıtlanması ile Abdullah Öcalan'ın isminin ve görüntülerinin daha serbestçe dolaşımı arasında, tutuklu gazeteciler ile "üç uluslu federe istibdat rejimi" projesi arasında doğrudan bir bağlantı olduğu iddia ediliyor. Bu bağlantı, Sayın Erdoğan'ın "anayasa ısrarıyla Öcalan'ın 'kurucu önder' olarak parlatılması" arasında bir sinsi tezgahın varlığını işaret ediyor. Eğer mevcut iktidar, DEM Parti ile anlaşıp, "tek adam rejimini besleyecek ve bir kez daha seçilmesine sebep olacak bir anayasa" ihdas ederse, Türkiye'nin çok karanlık, "antidemokratik istibdat rejimine" gömüleceği öngörülüyor. Zira, bu kurulan komisyonların asıl amacı, yasaları ve anayasayı değiştirmek ve bu değişimler, ülkeyi milli ve üniter devlet vasfından tamamen uzaklaştırmakla kalmayıp, Türkiye'nin geleceğini derin bir belirsizliğe sürükleyebilir. Bu büyük oyunun son perdesi, şimdiden sahneye konulmuş durumda ve Türkiye'nin kaderi, bu kritik adımlarla birlikte dönüşmek üzere!