Terör Perdesi Kalkarken Türkiye Nereye Sürükleniyor
14 Temmuz Pazartesi günü başlayan "PKK silah bıraktı" şovu ve ardındaki derin çelişkiler Türkiye'yi yeni bir eşiğe taşıyor. Bahar Feyzan ve Ümit Özdağ'ın çarpıcı analizleriyle, terörün finansmanı, Öcalan'ın konumu, yeni anayasa tartışmaları ve halkın...
Değerli okuyucularımız, 14 Temmuz Pazartesi günü itibarıyla Türkiye, “terör bitti, barış geldi” çığlıklarıyla yankılanan oldukça hareketli ve tartışmalı bir haftayı geride bırakırken, esas olayların şimdi başlayacağı tahmin ediliyor. Ortaya çıkan tablo, toplumun kafasında birçok soru işaretine yol açıyor ve bu gelişmelerin perde arkasını derinlemesine incelemeye çalışacağız. Makalemiz, bu karmaşık sürecin tüm katmanlarını aydınlatmaya devam edecektir.
"Bahar Feyzan" YouTube kanalında yayınlanan "LGS Çıkmazı! & Ahmet Özer Haksızlığı! Kürt-Türk Açmazı!" başlıklı videoda, Bahar Feyzan, bu yeni dönemin en somut ve çarpıcı olaylarından biri olan "dağdan gelenlerin inişini" ve "silah yakma gösterisini" şaşırtıcı bir şov olarak nitelendiriyor. Feyzan'ın aktarımına göre, yaklaşık 30 kişinin, 15 kadın ve 15 erkek olarak, Süleymaniye'deki mağaralardan çıkarak dev bir Abdullah Öcalan posteri önünde toplandığı ve silahlarını bir kazana koyarak ateşe verdiği anlar, tam anlamıyla bir prodüksiyon gibiydi. Bu organizasyonun tamamı PKK tarafından yapılmış, Türk gazeteciler oraya götürülmüş ancak Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nden hiçbir resmi temsilci bulunmamıştır. Etkinlik sırasında telefon, elektronik cihaz kullanımı, konuşma, soru sorma ve slogan atma gibi her türlü kuralın PKK tarafından belirlenmesi, bu olayın “silah teslim etmek”ten ziyade, “silah yakmak” gibi başka bir anlam taşıdığını gösteriyor. Silah teslim etmek, tam bir teslimiyet anlamına gelirken, silah yakmak mücadelenin bırakıldığını ve yeni bir evreye geçildiğini ifade edebilir; bu evrenin silahlı mı, siyasi mi, ekonomik mi, yoksa ideolojik mi olacağı ise tamamen belirsiz.
Peki, bu "barış" kiminle yapıldı? Bahar Feyzan, bu noktada oldukça can alıcı bir soru yöneltiyor: Türkiye'de bu milletin Kürtlerle bir sorunu var mıydı? Hayır, yoktu. Aksine, yıllardır terörden beslenenler ve büyük paralar kazananlar olduğu iddia ediliyor, ancak bunların kimler olduğu açıkça dile getirilmiyor. Cumhuriyet Halk Partisi ve diğer muhalefet partilerini terör örgütüyle işbirliği yapmakla suçlayanlar, bugün tam tersini söyleyerek barışı istemeyenleri neredeyse vatana ihanetle suçluyorlar. Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) bile, daha bir yıl öncesine kadar PKK denince tüyleri diken diken olan bir parti iken, aniden "önder apocu" hale gelmesi, bu çelişkinin en bariz örneği olarak gösteriliyor. MHP Genel Başkan Yardımcısı Fethi Yıldız'ın, Kürtlerle Türklerin tarihteki ilk beraberliğinin Malazgirt'te gerçekleştiği ve "şimdi kardeşlik zamanı" gibi ifadelerle yaptığı paylaşımlar, bu şaşırtıcı değişimin boyutunu gözler önüne seriyor. Feyzan, bu durumun Türkiye Cumhuriyeti'ni zaaf içine soktuğunu ve belki de bir kişinin ve etrafının gelecek düşünceleri için Türkiye'nin ateşe atılması anlamına geldiğini savunuyor. Ömer Çelik'in Erdoğan'ın açıklamasının AKP'de rahatsızlık yarattığını ortaya koyan sözleri de dikkat çekiyor; "terörün bitmesinden rahatsız olanlar işsiz kalacaklar" söylemi, bu sürecin ardındaki gerçek niyetler hakkında soru işaretleri uyandırıyor. Bu bağlamda, siyasi analizler ve güncel gelişmeler hakkında daha fazla bilgiye ulaşmak için https://www.avazturk.com adresini ziyaret edebilirsiniz. Ayrıca, kent uzlaşısı adı altında Kürt kişilerle yapılan işbirlikleri nedeniyle tutuklanan CHP'li belediye meclis üyeleri ve başkanları (örneğin Resul Emrah Şahan ve Ahmet Özer) gibi isimlerin durumları da çelişkilere sahne oluyor. Ahmet Özer'in tahliye edilmesine rağmen tutukluluğunun devam etmesi ve belediyesine atanan kayyumun çekilmemesi, sürecin işleyişine dair ciddi soruları beraberinde getiriyor.
Bahar Feyzan'a göre, son 10-15 yıldır ciddi bir PKK terörü zaten yaşanmamıştı; garip olaylar dışında büyük çaplı saldırılar nadirdi. Özellikle 2015'ten sonra yaşanan bombalı saldırılar ve PKK/IŞİD eylemleri sonucunda AKP'nin yeniden iktidara gelmesi, bu sürecin siyasi bir manipülasyon olabileceği ihtimalini güçlendiriyor. Erdoğan'ın geçmişin hatalarından (Beyaz Toroslar, faili meçhuller, yakılan köyler, Diyarbakır cezaevi, Kürtçe yasakları) bahsetmesi ve bunları şimdi düzeltiyormuş gibi bir algı yaratmaya çalışması, Feyzan tarafından ikiyüzlülük olarak yorumlanıyor. Zira bu hatalar yapıldığında, bunları dile getirenlerin hain ilan edildiği vurgulanıyor. Barış sürecinin belki de en tartışmalı yüzü, Abdullah Öcalan'ın "Sayın Abdullah Öcalan" statüsüne yükseltilmesi ve cezaevinden çekilen, devletin resmi kanallarından dağıtılmayan, ancak PKK'nın yasaklı kanallarından yayılan video konuşmasıdır. Feyzan, bu videonun korsan bir şekilde çekilip yayımlanmasını ve devletin bunu üstlenmemesini devlet ciddiyeti açısından büyük bir zaafiyet olarak görüyor.
Peki, bu silah yakma şovunun ardındaki gerçek amaç neydi? Ümit Özdağ'dan bu konuda oldukça sert ve dikkat çekici bir açıklama geliyor. Özdağ, PKK'nın gerçekleştirdiği bu olayı "mangal partisi" olarak nitelendiriyor ve yakılan 30 adet Kalaşnikof'un terörü sona erdirmediğini, PKK'nın silah bırakmış olmadığını vurguluyor. Özdağ'a göre, PKK sadece kendi bünyesindeki ağır ve gelişmiş silahları PYD ve PJAK gibi yan örgütlerine aktarmış, aynı zamanda bu silahları kullanan uzman teröristleri de bu örgütlere kaydırmıştır. Ona göre, şu anda görülen şey, Türkiye'de kamuoyunu anayasa değişikliği konusunda ikna edebilmek için hazırlanmış bir mizansenden ibaret. Hükümetin "hiçbir pazarlık yapmıyoruz" söylemine karşın, Özdağ "terörle bir müzakere süreci yaşanıyor" diyor. Mecliste kurulacak komisyonun Öcalan'ın bahsettiği barış komisyonunun muadili olduğunu ve anayasanın değiştirilmesine zemin oluşturacağını iddia ediyor. Ayrıca, PKK/PYD terör şeflerinin, 30 silahı yaktıklarını ama anayasal ve yasal değişiklikler yapılmazsa, Öcalan özgürleştirilmezse tekrar teröre başlayacakları yönünde tehditlerde bulunmalarını "bundan daha açık pazarlık nasıl olsun" diyerek değerlendiriyor. Bu da asıl amacın, bugüne kadar tarih boyunca hiç devlet kurmamış Kürtlere, Suriye'de bir devlet kurma şansı tanınması ve Türk toplumunun hemen yanı başında kurulacak bu Kürt devletine ikna edilmesi olduğu iddialarını güçlendiriyor. Feyzan da ABD'nin bu sürece yüz binlerce silah, mühimmat, para ve lojistik destek sağlayarak aktif rol oynadığını belirtiyor. Hatta Suriye'nin tamamının bir Kürt devleti haline gelebileceği, Dürzi ve Alevi Nusairi bölgelerinin temizlenerek Şam yönetiminin Kürtlere geçebileceği iddiası ortaya atılıyor.
Bu sürecin bir diğer korkutucu boyutu ise terör örgütünün devasa finansal gücü. Bahar Feyzan, PKK'nın sıradan bir terör örgütü olmadığını, aksine muazzam organize, devasa bir örgüt olduğunu vurguluyor. Dışişleri Bakanlığı, istihbarat birimleri, bilimsel çalışmalar ve uluslararası raporlar, PKK'nın dünya genelinde büroları ve anormal para kaynakları olduğunu gösteriyor. Minimum 30 milyar dolar, hatta uçuk rakamlarla 300 milyar dolar civarında bir servete sahip olduğu konuşulan PKK'nın bu paraları uyuşturucu ticareti, kaçakçılık, petrol ticareti ve bağışlar (sadece bağışlar 600 milyon doların üzerinde) gibi yasa dışı yollardan elde ettiği belirtiliyor. Feyzan, bu paraların kontrolünün kime geçeceği, PYD'ye mi aktarılacağı ve Türkiye'de PKK üzerinden kimlerin ne kadar kazandığı gibi konuların hiç konuşulmadığını hayretle dile getiriyor. Bu devasa finansal ağın, devlet içindeki birçok kişi veya bölüm tarafından destekleniyor olabileceği yönündeki güçlü iddialar, meselenin sadece terörle mücadele değil, aynı zamanda derin bir yolsuzluk ve çıkar çatışması boyutuna sahip olduğunu gözler önüne seriyor.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken, iktidarın söyleminde dikkat çekici bir değişim gözleniyor: "ümmet" vurgusu. Erdoğan'ın "Türk-Kürt-Arap" ittifakı ve "ümmet" çatısı altında yeni bir siyaset inşa etme çabası, Bahar Feyzan tarafından seküler kesimi aşağılama ve kendi tabanını konsolide etme amacı taşıdığı şeklinde yorumlanıyor. Feyzan, Erdoğan'ın muhalefeti "milletin inancından ve değerlerinden kopuk" olmakla suçlamasına karşılık, CHP'nin 31 Mart seçimlerinde Adıyaman ve Gazi Osmanpaşa gibi muhafazakar kalelerde kazandığı başarıların, halktan kopuk olmadıklarını gösterdiğini belirtiyor. Bu "ümmet" söylemi, birçok kesim tarafından ekonomik gerçeklerden kaçış ve aidiyet inşası olarak algılanıyor. Feyzan, "ümmetin karnı tok olabilir ama millet aç aç" diyerek, halkın temel geçim derdi varken kimlik siyasetinin artık işe yaramadığını çarpıcı bir şekilde ifade ediyor.
Sadece siyaset değil, toplumsal güvenin temel taşlarından biri olan eğitim sistemi de derin bir güven kriziyle sarsılıyor. Son Liseye Geçiş Sınavı (LGS) sonuçları, 2025 yılında tüm zamanların rekorunu kırarak 719 tam puan alan öğrenciyle şaşkınlık yarattı. Ancak, özellikle bu birincilerin büyük bir kısmının imam hatip liselerinden çıkmasıyla birlikte, soruların çalındığı veya önceden verildiği iddiaları hızla yayıldı. Milli Eğitim Bakanlığı iddiaları yalanlasa da, Bahar Feyzan bu durumun Türkiye'de kurumsallığın çöküşünü ve güvensizliği derinleştirdiğini belirtiyor. CHP'li Deniz Yavuz Yılmaz, "aynı anda 719 birinci çıkması hilesiz yapılan bir sınav açısından imkansızdır" derken, Suat Özçağdaş, sınav sorularının il il, mahalle mahalle sosyal medyada sınav bitmeden dolaştığını iddia ederek, kul hakkı kavramını bu bağlamda sorguluyor. Bu durum, iktidarın ümmetçilik söylemindeki kul hakkı hassasiyetinin, gerçek hayattaki uygulamalarla çeliştiğini gözler önüne seriyor.
Ekonomik zorluklar ise "terör bitti, barış geldi" söylemlerinin aksine, halkın günlük hayatında ağır bir şekilde hissedilmeye devam ediyor. Bir yandan siyasi sahnede "barış" ve "ümmet" söylemleri yankılanırken, diğer yandan halkın derinleşen yoksullukla mücadelesi sürdürülüyor. Kırklareli'nden bir kadının, Müsavat Dervişoğlu'na yaptığı duygusal konuşma, bu çelişkiyi net bir şekilde ortaya koyuyor. Kadın, çocuğuna dondurma veya döner bile alamadığını, pazarda döküntü soğan almak zorunda kaldığını ifade ederek, "maaşlara zam tencereye soğan, maaşlara zam çöpten ekmeğe soğan" sloganıyla halkın sesini haykırıyor. Çocukların okula giderken dondurmaya, ekmeğe bakarak eve gelmemesi gerektiğini vurgularken, liderlerin sadece kendilerini düşündüğünü, halkı düşünmediğini dile getiriyor. Tüm bu manzaralar, Bahar Feyzan'ın bahsettiği o kritik ayrımı bir kez daha gözler önüne seriyor: ümmetin karnı tok olabilir ama millet aç!.
Peki, tüm bu çelişkili ve karmaşık gelişmelerin ardındaki gerçek niyet nedir? Türkiye, bir yandan "barış" adı altında PKK ile şeffaf olmayan bir "müzakere süreci" yaşarken, diğer yandan iktidar, toplumun dikkatini ekonomik sıkıntılardan ve güven krizinden uzaklaştırmak için "ümmet" ve "kimlik" siyasetine sığınıyor. Ümit Özdağ'ın vurguladığı gibi, "silah yakma" gösterisi, aslında kamuoyunu anayasa değişikliğine ikna etme ve Suriye'de bir Kürt devleti kurulmasına zemin hazırlama amacı taşıyan bir mizansen olabilir. Abdullah Öcalan'ın statüsünün yükseltilmesi, yan örgütlere silah ve militan aktarımı, terör örgütünün milyarlarca dolarlık finansal ağının akıbeti ve Türkiye içinde bu paradan kimlerin nemalandığı soruları ise hala karanlıkta kalıyor. Bu süreç, sadece terörle mücadele değil, Türkiye'nin üniter yapısını, geleceğini ve hatta toplumsal dokusunu derinden etkileyecek siyasi ve ekonomik bir yeniden dizayn çabasının ipuçlarını veriyor. Bu eşikte, "terör bitti" söylemiyle sunulan barışın ardında, milletin geleceğine dair gerçek ve ürkütücü bir oyunun başlamış olabileceği endişesi, her geçen gün daha da büyüyor. Bu karmaşanın içinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin varoluşsal temelleri ve halkın gerçek refahı için asıl mücadelenin şimdi başladığını söylemek yanlış olmaz.