Türkiye'nin Vicdan Terazisi Neden Şaştı

Türkiye'nin Vicdan Terazisi Neden Şaştı

Bir yanda adaletin kapılarında can çekişenler, diğer yanda kahkahalarla geçiştirilen çığlıklar… Toplumun her zerresine sızan ahlaki çöküşün, ülkenin geleceğini nasıl tehdit ettiğini bu çarpıcı haber makalesinde okuyun.

Türkiye, 2025 yılına girerken sadece takvimlerden yaprak dökmüyor, aynı zamanda toplumsal vicdanın ve adaletin ağır bir sınavdan geçtiği her gün yeni acılarla yüzleşiyor. Bu satırlar size, yüreğinizi sıkıştıracak, bazen öfkelendirecek, bazen de derin bir utançla sarsacak gerçekleri aktaracak ve bu haberin devamı, asla göz ardı edemeyeceğimiz detaylarla dolu. Ülkemizde yaşanan bu olaylar, sadece birer münferit vaka olmanın ötesinde, çok daha büyük bir resmin, belki de www.avazturk.com gibi platformlarda dile getirilen endişelerin habercisi. Toplumun her kesiminden yükselen çığlıklar, sessiz sedasız görmezden gelinemeyecek kadar yüksek ve etkileyici.

Aylardır parmaklıklar ardında tutulan Murat Çalık’ın durumu, adalet sistemimizin ne denli derin bir vicdan krizinde olduğunu gözler önüne seriyor. Yargı süreci tamamlanmamış, suçu kesinleşmemiş bu insanın, içeride geçirdiği her gün, sadece takvimden eksilmiyor; onun hayatından da çalıyor. Düşünün ki, bir insanın sağlığı bu kadar değersiz olabilir mi? Kanser iki kez nüksetmiş, 20 kilo kaybetmiş, iki kez ameliyat geçirmiş, damarlarına anjiyo yapılmış ve hatta yoğun bakıma alınmış birinden bahsediyoruz. Doktorlar açıkça "Bu haliyle cezaevinde kalamaz" diyor, ancak o hâlâ demir parmaklıklar ardında bir yaşam mücadelesi veriyor. Hukukun sunduğu sayısız seçenek varken, neden bu kadar zor? Ev hapsi, elektronik kelepçe, adli kontrol… Bunlar neden uygulanmıyor? Murat Çalık evinde tedavi görebilir, mahkemeye çağrıldığında gelebilir. Neden bu kolaylık sağlanmıyor? Adaletin bir de vicdan tarafı vardır; merhamet terazide eksik kalırsa, geriye sadece soğuk duvarlar kalır. Adli Tıp'tan bir rapor bekleniyor; peki ya o rapor gelene kadar Murat Çalık’a bir şey olursa ne olacak? Vicdanımızı hangi kağıda sarıp susturacağız? Çünkü geç gelen adalet, adalet değildir. Halkın yükselen sesi bile "Bırakın tutuksuz yargılansın" diye haykırıyor.

Peki ya emeklilerimizin durumu? Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde “En düşük emekli maaşı 35 bin lira olsun” önerisine atılan kahkahalar, o salonlarda kalmadı sanmayın. O kahkahalar, ay sonunu getiremeyen, markete giremeyen, kasaba uzaktan bakan emeklilerin yüreğine bir hançer gibi saplandı. TÜİK “enflasyon %35” derken, ENAG gibi bağımsız kuruluşlar “%68” diye fısıldıyor. Kiraya %43, doğalgaza %24.6 zam gelmişken, emekliye sadece %15 zam reva görülüyor. Hadi oradan ya! Açlık sınırı 26 bin lira olmuşken, emekliler 16 bin lirayla yaşamaya çalışıyor. Yoksulluk sınırı deseniz 85 bin lira. Hangi dünyada yaşıyor bu vekiller? Artık bıçak kemiğe dayanmakla kalmadı, kemiği de kırdı. Bu millet 30-40 sene çalıştı, vergi ödedi, prim ödedi; şimdi kuru ekmeğe muhtaç oldu. Ama lüks makam arabalarına binenler, beş yerden maaş alanlar hâlâ "sabredin" diyor. Yeter be kardeşim! Sabırlar tükendi. Mecliste atılan o kahkahanın hesabı sorulacak. Sandık gelince hep birlikte “Oy moy yok!” diyeceğiz. Bu durum, www.avazturk.com okuyucularının da sıklıkla dile getirdiği bir hayal kırıklığı ve öfke patlamasına dönüşüyor.

İstanbul’un kalbi Beyoğlu’nda yaşanan ve tüm ülkenin midesini bulandıran "külah oyunu" olayı, bir başka utanç tablosu çiziyor. Bir dondurmacının, turistik bir kadına elini kolunu sürerek yaptığı arsızlık kameraya yansımış. İzleyen herkes isyan etti: Bu bir oyun değil, bu sapıklık, arsızlık, terbiyesizlik! Belediye dükkânı mühürlemiş; iyi de, mesele sadece bir dükkân mı? Bu kafalar sokaklarda dolaştıkça, İstanbul’un adı bu tiplerle anıldıkça mühür mü işler? Bugün o kadına, yarın bir başkasına… Turistler buraya güzel anılar biriktirmeye gelir. Ama şimdi bu kadın memleketine dönerken ne anlatacak? "İstanbul’da dondurma almak bile tehlikeli" demeyecek mi? Sonra da "Ülkemize niye turist gelmiyor?" diye isyan ediyoruz. Gelmez tabii! Böyle giderse, turizmimizi ayakta tutan güven duygusu yerle bir olur. Benden söylemesi, aklımızı başımıza almamız gerek.

Toplumun temel değerlerinin nasıl aşındığını gösteren bir başka çarpıcı örnek ise, ilkokul matematik problemine dönüşen bir sütçü hikayesi. "Sütçünün kârı yüzde kaçtır?" sorusu, görünüşte masum bir matematik problemi gibi duruyor. Ama altında yatan gerçek çok daha ağır: Çocuklara daha ilkokulda ne öğretiyoruz farkında mıyız? "Süte su kat, daha fazla para kazan". Bu kafayla büyüyen bir nesilden sonra çıkıp dürüstlük beklemek mümkün mü? Süt bir nimettir, bebeklerin, yaşlıların rızkıdır; ona su katmak hem hak yemek hem de sağlıkla oynamaktır. Ama bizim sistemde bu bile "kâr hesabı" diye soruluyor. Sonra şaşırıyoruz: "Neden herkes birbirini kazıklıyor?" diye. Toplumda her köşede küçük hileler var: Eksik tartılar, çürük mallar, sahte faturalar… Ve bütün bunlar normalleşmiş. Şimdi biz bu düzende ahlaklı nesiller yetiştirecekmişiz! Halkın sözü net: "Bu kafayla bir halt olmaz".

Bu olaylar dizisi, adalet ve vicdanın sadece bireysel değil, toplumsal bir mesele olduğunu kanıtlıyor. Murat Çalık’ın yaşadığı acı, emeklinin yoksulluk isyanı, turizmimizi lekeleyen ahlaksızlık ve temel değerlerimizi yozlaştıran 'kar' hesapları… Tüm bunlar, bizi tek bir noktaya götürüyor: Eğer şimdi harekete geçmezsek, eğer vicdanımızın sesini duymazdan gelmeye devam edersek, bu ülkenin geleceği bir külah utanca, bir soğuk duvarlar labirentine dönüşecek. Artık bahanelerin arkasına saklanma lüksümüz yok. Toplumun her kesiminden yükselen bu çığlıklar, www.avazturk.com gibi yayınlar aracılığıyla da yankılanmaya devam ediyor. Geç kalmadan adım atmak zorundayız, çünkü geç gelen adalet, sadece adaletsizlik değil, aynı zamanda toplumun ruhunda açılan kapanmaz bir yaradır. Unutmayın, bu yaralar derinleştikçe, hepimiz kaybederiz.