ZEHRA BETÜL ÖZSEÇER

ZEHRA BETÜL ÖZSEÇER

28 ŞUBAT’TAN 8 MART’A SELAM OLSUN

Yıl 2022. Siyasi bir partinin 8 mart için yayınladığı video tesadüfen karşıma çıktı ve bir bakıma içimi acıttı. Uzun süre kadınla ilgili çalışmaların içinde olan biri olarak kadınla ilgili olan her şeye mesafeli durmayı tercih etsem de bu sene susmak istemediğimi fark ettim. Çünkü şimdi, 28 Şubatta sussam da, susamayacaktım 8 martta. Bu nedenle bu sene,, ben de yazmaya karar verdim kadınla ilgili ya da kadın olmakla ilgili konularda. Tek farkla 8 Mart’ta değil 28 Şubat’ta. Çünkü kadın 28 Şubat’tır Vatan’ımda.

28 Şubatı’n her yıl dönümünde insanlar bir şeyler yazıp çiziyor. Kimilerinin derdi pirim sağlamak, kimileri hali hazırda pirim sağlamış ve diyetini her yıl yeniden yazarak ödüyor. Ancak bir gerçek de varsa ki 28 Şubat’ın cefasını çekenler, hayatlarından çalınmış yıllarla bir bedel öderken; sefasını sürenler hep aynı kişiler. Bunca yıl yazılanları sessizce okudum ve sustum. Kim haklı kim haksız diye bir yerinden tutmayacağım durumun. Ne de olsa her haksızlık bir hakka dayandırılır nasılsa. Ama biliyorum ki 8 Mart değil, 28 Şubat’tır kadın. İlle de kadınla ilgili konuşacaksak, ille de kadın hakları savunacaksak; bu, ülkemizde, 28 Şubat’ta yapılmalıdır.

Bu yüzden 8 Mart’ı şöyle hızlıca bir gözden geçirmek istiyorum. 19. Yüzyılda feodalizmin bitmesi ve kapitalizmin gelişmesi ile yepyeni bir akım ortaya çıkıyor. Bu akım ise Fransız filozof Charles Fourier tarafından 1837 de ilk defa tanımlanıyor. 1857 yılında ABD’de bir fabrikada çalışan 40.000 kadar kadın çalışma şartlarının iyileştirilmesi için greve başlıyor ve grev fabrikada çıkan bir yangın, 129 kadının ölümü ile sonuçlanıyor. Bugün “Dünya Kadınlar” günü olarak tarihe geçiyor. 1921’de ilk defa Ülkemizde kutlanmaya başlanıyor ve 1975 “kadın yılı” olarak ilan ediliyor. 8 Mart 1984’ten itibaren ise her yıl çeşitli kadın örgütleri tarafından düzenli olarak kutlanıyor. Yine de 28 Şubat 1997’de patlak veren bir post modern darbe ile binlerce genç kızın okuma hakkı elinden alınabiliyor. Bir şekilde okumaya devam edenlerin ise 25 yıl sonra bile travmaları hala devam ediyor.

28 Şubat’tan 3 yıl sonra üniversiteye gittiğimde üniversite kampüslerine tesettürlü bayanlar alınmıyordu. En azından kampüste kapalı gezebilmek için ya da daha az kişiye aşikar olmadan mesafe kat edebilmek için sabah 10’daki dersine 7’de giden arkadaşımızın kampüsün arkasındaki bir girişte Dekan tarafından yakalandığına ve hakkında işlemin başlatıldığına şahidim. İşte o gün neredeydi bu kadın örgütleri diye sormadan edemiyorum. 8 Mart’ta yapılmadığı için mi bu durum, kadınların eğitimine erişim hakkı olarak düşünülmedi. Kampüsten okul binasının girişine kadar yürümek, diğerlerine nazaran 5 kat zor olmalıydı. Çünkü kalbinizle beyniniz arasında kalmanız gereken çağlarınızda, inancınızla geleceğiniz arasında kalarak kat ediyordunuz o mesafeyi. Maddi imkanları olan gitti yurtdışında okudu ve geldi, okuyamayanlar ise bu ülkede ne kadın olabildi ne çocuk kalabildi. Bu sadece yaşanılanlardan bir tanesiydi ama bir filozof için bile, bu çok üst mertebede bir varoluşsal çaba idi. Bu varoluşsal çaba gencecik lise ya da üniversite öğrencilerinin sırtına yüklendi.

Bu isyanım gazete manşetlerini okudukça artıyor. Nasıl bir danışıklı dövüşün içinde heba olduğumuzu gözler önüne seriyor manşetler resmen. Tek tek hepsi ile ilgili bir yazı yazılabilir manşetlerle ilgili yada sessizce geçiştirilen haberler neden sessizce geçiştirildi. Bu yüzden uzun uzun yazmak yerine özetlemek istiyorum. Ekim 1996’dan, haziran 1997’ye kadar gazete manşetlerini karıştırırken gözüme çarpan bir şey; hiçbir siyasi titri olmayan bir vaizin söylemleri manşetlere taşınıyor sürekli. Öyle ki; kimi işaret ediyorsa gazete manşetlerinde “O” kuruyor yeni hükümeti. Zaten sürecin sonunda bu vaiz, terör elebaşı ile değiş tokuş ediliyor anladığım kadarı ile. Biri ülkemize teslim edilirken diğeri sözde sağlık sebepleri ile ama anladığım kadarıyla güzel Ülkemdeki görevini başarı ile tamamladığı için ABD’ye davet ediliyor. Tabi ki bu arada devletimizin asli unsurlarının bu vaizi asıl tehdit olarak görmesi de bu davetin etkenleri arasında. Dönemin haberlerine baktığınız zaman devletin askeri, polisi, savcısı, hatta bazı gazetecileri bu grubun asıl tehdit olduğunu fark etmiş ancak medyadan, hatta kendi meslektaşlarından dahi yeterli destek ve gücü bulamamışlar. Bu gruba karşı sesini yükselten pek çok vatansever bir şekilde hayatı ile, sevdikleri ile tehdit edilmiş ve hatta hayatlarını bu uğurda kaybetmişler. Nitekim 28 Şubat’tan 20 yıl sonra bu grup terör örgütü olarak ancak ilan edilebiliyor. Hem de irticai faaliyet gösterdiği iddia edilen siyasi bir geleneğin önderliğinde. Elbette Devletin tüm vatanseverlerinin desteği ile.

Döneme baktığımızda; irticai faaliyetlerin bahane edilebilmesi için ileri sürülen marjinal gruplar ile dini gruplara karşı din ile kamufle olmuş bir başka grup başrollerde. Ancak arada dini vecibelerini yerine getirmek ve toplumda hak ettikleri değeri görmek isteyen insanlar kaynayıp gitti. Birkaç marjinal dini grubun tahrikleri ile gerçek anlamda bu ülkenin Anadolu ahlakı kültürü ile yetişmiş çocukları tasfiye edilirken, yerlerine yine Anadolu’nun bağrından kopmuş, ancak genç yaşta ailelerinden uzaklaştırılarak zamanına göre çok ileri tekniklerle donatılmış yöntemlerle, sürekli tekrarlanan söylemlerle ve kariyer vaatleriyle beyinleri yıkanan sözde parlak çocuklar yerleştirildi. İtaat etmek ve gördükleri bir soruyu ikinci kere çözmenin ötesine geçecek kabiliyetleri olmamasına rağmen parlatılırlarken gerçek mağdurlar mağduriyetlerinin acısını hala derinlerde yaşıyor ve dertlerini anlatmaya çalışıyor. Üstelik bu süreç kadın üzerinden başladı ve bitti.

Şimdi sıra bizde. 28 Şubat’ın 25. Yıl dönümünde Türkiye Cumhuriyeti’nin vatansever evlatları olarak şunu da unutmamalıyız ki bu süreçte pek çok siyasi görüşten insan bedel ödedi. Evet başörtüsü yüzünden okullara alınmayan pek çok genç kızımız sayıca en ağır travmayı yaşasa da; farklı siyasi görüşte olmalarına rağmen asıl tehlikeyi hedef gösterdikleri için bu sürecinin bedelini canı ile ödeyen, gazetecilerimiz, polis müdürlerimiz, tarihçilerimiz de var. İşte bu yüzden de siyaset üstü bir durum 28 Şubat. Ve nitekim 15 Temmuz göstermiştir ki hiçbir siyasi unsura takılmadan ülkemizin milli ve manevi değerlerinde birleştiğimiz sürece hiçbir güç ve kuvvet bizlere yeniden bir 28 Şubat ya da bir 15 Temmuz yaşatamaz.

Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir. Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara'dır.

28 Şubat’ı siyasi malzeme yapan tarafların hepsine sesleniyorum. Çünkü asla tek taraflı değildi yaşananlar. Hayatındaki hiçbir şeyden mahrum kalmayıp bunun borazanlığını yapan ya da o dönem hiç yokmuş gibi davranan herkese sesleniyorum. Açılan alanlardan kendisine yer kapmaya çalışan ve hatta kapanlar size de sesleniyorum Alacaklarınızı aldıysanız artık bırakın insanlar kaybettiklerinin acısına bari yanabilsinler. Ama şunu bilin ki bu ülkenin vatansever evlatları başta kadınlar olmak üzere, eğer ihtiyaç hasıl olursa yine orada bütün varlıklarıyla mücadele edeceklerdir.

Saygıyla kalın.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar