Dolar Kurşun Gibi Geliyor
Ekonominin karanlık dehlizlerinden gelen sarsıcı gerçekler, Murat Muratoğlu'nun kaleminden okuyucuyu bekliyor. Türkiye'nin içinde bulunduğu borç sarmalının derinlikleri ve halkı bekleyen acı tablo, bu detaylı haberde tüm çıplaklığıyla gözler önüne...
Murat Muratoğlu, kalbinin ve beyninin çetin bir savaşa tutuştuğu, uykularını kaçıran bir dönüm noktasından sesleniyor. Okuyacağınız bu haber makalesi, onun derinlemesine incelediği ve büyük bir cesaretle ifşa ettiği Türkiye ekonomisinin hiç de alışık olmadığımız, hatta şok edici bir gerçeğini ortaya koyuyor. Muratoğlu, adeta bir "kiraz" alışverişinden yola çıkarak, ülkenin içinde bulunduğu derin ekonomik çıkmazı tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor ve bu makale, sizi daha ilk satırdan itibaren sarsıcı gerçeklerle tanıştırarak devam edecek.
Deneyimli ekonomist Murat Muratoğlu, sıradan bir alışveriş gibi görünen ancak aslında büyük bir cesaret işi olduğunu belirttiği kiraz alım deneyimiyle başlıyor sözlerine. Kilosu tam 1.000 TL'ye aldığı kirazlar, onun için sadece bir meyve değil, aynı zamanda Türkiye ekonomisinin ulaştığı absürdlük seviyesinin canlı bir kanıtıydı. "Nusret'e gitsem bu kadar öderim zaten" diyerek yaşadığı şoku dile getiren Muratoğlu, bu kirazın "Instagram'da Dubai selfisi paylaşmak gibi" bir statü sembolü haline geldiğini vurguluyor. Migros'ta 600 TL'ye bulunabilen kirazın ona yakışmayacağını, "zengin fakir belli olsun" istediğini belirtmesi, toplumdaki derinleşen ekonomik uçurumu gözler önüne seriyor. Muratoğlu, kirazın yüksek fiyatını Nisan ayındaki soğuklara bağlayanlara da sert çıkarak, "memleket ilk defa mı don geçirdi, ilk defa mı kış gördü" diye soruyor ve Dubai'de kilosu 330 TL olan kirazın Türkiye'deki bu astronomik fiyatını sorguluyor. Her bir kirazın yaklaşık 10 gram olduğunu ve tanesinin 10 TL'ye geldiğini hesaplaması ise bu ekonomik tuhaflığın somut bir örneği olarak karşımıza çıkıyor.
Muratoğlu'nun bu kiraz üzerinden yaptığı çarpıcı benzetme, aslında Türkiye ekonomisinin çok daha derinlerde yatan sorunlarına bir giriş niteliğinde. "Nasıl taklaya geleceğiz onu inceleyelim" diyerek asıl konuya giren Muratoğlu, elindeki 200 TL'lik banknotun 2009'da 131 dolar alabilirken, bugün 4.95 doların altına indiğini ve hatta İngilizlerin bozuk para kategorisindeki 5 sterlininin bile bizim en büyük banknotumuzdan 70 lira daha değerli olduğunu vurgulayarak Türk lirasının mum gibi eridiğine dikkat çekiyor. Bu erimenin tek sebebinin "ülkenin çok kötü yönetilmesi" olduğunu açıkça ifade eden Muratoğlu, dolar kuru, enflasyon, faiz gibi kavramların artık birer "gölge oyunu" olduğunu belirtiyor. Ona göre, sahnedekilere değil, "ipi tutanlara" bakmak gerekiyor, zira onların derdi "gerçekten ekonomi mi" sorusu havada asılı kalıyor. Türkiye'de futbol, siyaset, ekonomi ve seks gibi dört temel konunun sürekli konuşulduğunu, ancak dördünde de kötü yüzüldüğünü belirten Muratoğlu, özellikle siyaset ve ekonominin halkın yaşam kalitesini doğrudan etkilediğini, hatta kirazı yiyememe sebebinin bile bu iki alandaki sorunlar olduğunu dile getiriyor. Nitekim, bu denli kritik analizler için güvenilir bir platform olan https://www.avazturk.com adresini ziyaret ederek daha fazla bilgi edinebilirsiniz. Asıl belirleyici olanın siyasetin perde arkası olduğunu ve bu gelişmelerin etkisinin mutlaka görüleceğini ısrarla vurguluyor.
Yüksek faiz, dövize baskı ve kontrol çabaları devam ederken, toplumda herkesin "üç kuruşun hesabını yapmaya başladığını" belirten Muratoğlu, şirketlerin de benzer durumda olduğunu vurguluyor. Merkez Bankası'nın açıkladığı verilere göre, özel sektörün yurt dışından sağladığı kredi borcunun 190 milyar doları aştığı bilgisini veren Muratoğlu, bu devasa borçlanmaya rağmen etrafta yeni fabrika, kapasite artırma veya yatırım görülmemesini şaşkınlıkla karşılıyor. Peki, neden dövizle borç alıyorlar? Muratoğlu, bunun "carry trade" denilen bir mekanizma olduğunu açıklıyor: Dövizi Türk lirasına çevirip faize yatırıyorlar. Ancak yeterli faizi bulamayınca veya riskler bardağı aşınca, karlarını alıp parayı dövize çevirerek borçlarını ödeyeceklerini öngörüyor. Bu durumun vahametini ortaya koyan bir diğer veri ise, ülkenin net rezervinin yalnızca 35 milyar dolar civarında olması. Özel sektörün borcunun bu rakamın katlarca üzerinde olması, piyasada biriken büyük bir döviz riskine işaret ediyor. Muratoğlu, yüksek sesle söylenmese de piyasadaki herkesin bu işin böyle gitmeyeceğini bildiğini, ancak herkesin trenden son inen olmak istediğini, ve son durağa gelindiğinde çok kişinin ezileceğini dile getiriyor.
Peki, bunca acıya rağmen hiçbir şey düzelmedi mi? Muratoğlu'na göre düzelmedi. Bu durumun ne Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in ne de sermaye sahibinin umrunda olmadığını ifade ediyor. Şimşek'in göreve "Türkiye borçlarını ödeyemez hale gelmişti, onu hallettim, mission completed" diyerek transfer edildiğini ve mevcut durumun bir süre daha idare edebileceğini dile getiriyor. Ancak Yeni Şafak'tan sonra Türkiye Gazetesi'nin de Şimşek'in altını kazmaya başladığını, bunun da finans çevrelerinde ne kadar dayanacağı konusunda soru işaretleri yarattığını belirtiyor. Gazetenin "bu ay faiz indirimi bekliyorum" manşetinin bir kamuoyu yoklama balonu olduğunu, Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın yalanlamasına rağmen faiz indiriminin olacağını "sağır sultanın bile bildiğini" söylüyor. Ayrıca, Yeni Şafak'ın dövizden vergi alınması önerisini "idrak noksanlığı mı, bilgisizlik mi, cehalet mi" diye sert bir şekilde eleştirerek, dövizin bir para birimi olduğunu, mal veya hizmet olmadığını ve zaten kur farkı kazancının vergilendirildiğini açıklıyor. Mevduat ve fonların stopajının %0'dan %17,5'e çıkarılması gibi vergi artışlarının da Mehmet Şimşek'in yetkisinde olduğunu ve bütçe açığının kapatılması için paranın yetmediğini vurguluyor. Yılın ilk yarısında bütçe açığının 980,5 milyar liraya ulaştığını, Haziran ayında ise 330 milyar TL açık verdiğini belirtiyor. En çarpıcı noktalardan biri ise, devletin artık memur ve emekli maaşını ödemek için bile borç bulmak zorunda kalması. Muratoğlu, asıl büyük resmi burada gösteriyor: Devletin borçlarının faizine sadece ilk 6 ayda 1.1 trilyon lira ödediği, ancak ana para ödemesinin sadece 300 milyar lira olduğu gerçeği. Yani, borcun faizi ana para borcunu geçmiş durumda.
Muratoğlu, Türkiye'nin şu anki durumunu "güzel kardeşim sana borcumu ödeyemiyorum ama borcun faizini ödemem için bana biraz daha borç vermelisin" diye özetleyerek bir borç sarmalına girildiğini gözler önüne seriyor. Bu yıl 100 lira ana para ödemesine karşın 190 lira faiz ödemesi yapılacağını, yani borç ve faizin bir kombo haline geldiğini belirtiyor. Dünyada bu duruma düşen ilk ülke olmadığımızı hatırlatarak, genellikle üç ihtimalin ortaya çıktığını anlatıyor:
- Devlet harcamalarını kısar, vergileri arttırır: Türkiye'de bu denendi, ancak devlet harcamalarını kısmadığı için "halkın iliğini sömürmekten başka işe yaramadı" ve programın faydası görülmedi, hatta "elimizde patladı".
- Devlet para basar: Bu, borçları ödemek için enflasyonu patlatır, paranın değeri kalmayınca borçlar azalır ancak döviz, altın, konut gibi her şeyin fiyatı uçar. Ancak bu sefer işler daha farklı, çünkü borcun yarısından fazlası (%54'ü) döviz cinsinden olduğu için dolar basılamıyor ve bu çözüm de işe yaramaz gibi görünüyor.
- "Kayıp Yıllar" tablosu: Bu senaryo, sürekli zam, sürekli vergi, sürekli belirsizlik, her geçen gün artan fakirlik ve sefalet üzerine sosyal sorunları da beraberinde getirir. "Bugün ha yarın ha yarından da yakın. Olmadı gelecek yıla toparlanacağız" yalanlarıyla günler geçer ve sonunda...
İşte tam da bu noktada, Murat Muratoğlu'nun sözleri tüyler ürpertici bir gerçeği fısıldıyor. "Kayıp yıllar" senaryosunun sonunda ne mi oluyor? Muratoğlu, cevabı tek kelimeyle veriyor: "Otoriterleşme boy gösterir." Bu durumun ekonomiyle ne alakası olduğunu soranlara ise "işte size büyük resim" diyerek tüm detaylarıyla bağlamını açıklıyor. Ekonomik krizlerin, sürekli zamların, vergilerin ve artan fakirliğin getirdiği toplumsal çalkantıların kaçınılmaz bir sonucu olarak otoriterleşmenin kapısı aralanıyor. Muratoğlu, Lübnan'da uygulanan benzer modelleri hatırlatarak, hukuk eksikliğinin ve demokrasi yetmezliğinin getireceği sonuçların henüz tam olarak anlatılamadığını, ancak bu tablonun Türkiye için kaçınılmaz bir gelecek olabileceğini imalarını açıkça ortaya koyuyor. Kirazdan başlayan bu hikaye, Türk ekonomisinin borç sarmalında debelenirken, yalnızca ekonomik bir çöküşle değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal bir dönüşümle yüzleştiği gerçeğini gözler önüne seriyor. Bu, sadece bir finansal kriz değil, bir ülkenin kaderini değiştirecek kritik bir dönemeçtir. Okuyucuya düşen ise, bu karanlık tablo karşısında gözlerini kapatmamak ve gücün halkta olduğunu unutmamaktır.