Ekonomideki Çıkışsızlık ve Derindeki Gerçekler
Ekonomi uzmanı Murat Muratoğlu'nun çarpıcı analizleri ışığında, Türkiye ekonomisindeki yapısal sorunlar, kırılganlıklar, güven krizi ve para birimindeki değer kaybının perde arkası. Hukuk ve demokrasideki gerilemenin ekonomik etkileri ve piyasalardaki...
Türkiye ekonomisi, son yıllarda yaşanan gelişmelerle birlikte karanlık bir tablo sunuyor. Bir dönem "muasır medeniyetler seviyesine geçtik" söylemleriyle övünülen ülkede, gelinen noktada "ekonomide her yol tıkandı" hissi hakim. Uzmanlar, yaşanan krizin ardında yatan nedenleri masaya yatırırken, sorunların parasal olmaktan çok daha derin, yapısal köklere sahip olduğunu vurguluyor. Demokrasi, hukuk ve adalet alanındaki geri adımların, ekonomik kırılganlığı artırdığı ve yatırımcı güvenini yerle bir ettiği belirtiliyor. Örneğin, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun altı yıldır sürekli müfettiş denetiminde olması ve çalışma arkadaşlarının yaşadığı süreçler, adalet ve hukukun ne kadar zorlayıcı bir ortamda bulunduğunu gözler önüne seriyor. Bu durum, "hukuk linki, demokrasi linki, adalet linki koptu" şeklinde ifade ediliyor. Krizin bu derin boyutları, geniş bir kesim tarafından takip ediliyor ve (avazturk.com) gibi yayın organlarında tartışılıyor.
Yaşananların bir "erdem" olarak görülmediği, aksine "75 yaş olgunluğu ve bilgeliği" denilebilecek bir "şaşırmama evresi"ne geçildiği ifade ediliyor. Normal şartlarda Bitcoin, altın veya dolar gibi yatırım araçlarının konuşulması beklenirken, mevcut hikayenin bambaşka olduğu dile getiriliyor. Merkez Bankası'nın enflasyon sunumları ve ardından gelen soru-cevap seansları, "poligona" benzetiliyor; atılan her adımın "karavana" olduğu yorumları yapılıyor. Yıl sonu enflasyon hedefinin %24 olarak açıklanması "Hadi lan kimi yiyorsun" tepkisine yol açarken, sunum öncesi "şemsiye ne kadar açılır" sorusuna cevap arandığı ironik bir dille belirtiliyor. Piyasaların rahatlaması, işlerin yoluna girmesi, maaşlara zam gelmesi veya işsizliğin son bulması gibi beklentileri olanların "daha çok bekleyeceksiniz" sözleriyle uyarılması, tek çözümün "sıkı para politikası" olarak sunulmasının bir sonucu. Ancak, 19 Mart'a kadar zaten sıkı para politikasının uygulandığı hatırlatılarak, o gün ne olduğu ve muslukların neden iyi kapatılamadığı sorgulanıyor. Ekonomiye dair bu karmaşık ve çelişkili durumu anlamak için (avazturk.com) gibi kaynaklardan detaylı analizlere ulaşmak mümkün.
Para birimi konusundaki durum ise daha da vahim olarak nitelendiriliyor. Bir para birimi, mal ve hizmetler karşısında değer kaybediyorsa, doğal olarak diğer para birimlerine karşı da değer kaybeder. Ancak Türkiye'de bu "doğa kanununa" izin verilmediği, dövize "silikon takıldığı", "yapay bir seviyede" tutulduğu ve bunun "en büyük hata", "ölümcül günah" olduğu söyleniyor. Bu durumun reel ekonomiyi, şirketleri ve firmaları "fena gömdüğü" belirtiliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın geleneksel reçetesini sunması, "Kredi Garanti Fonu'ndan tulumbaya su dökelim" gibi önerilerde bulunması, kimin kimi kopardığının anlaşılamadığı şeklinde eleştiriliyor. Ardından devreye giren Mehmet Şimşek'in açıkladığı 30 milyar liralık KOBİ destek paketi, Türkiye'deki 3.700.000 KOBİ düşünüldüğünde, KOBİ başına yaklaşık 20 milyon lira düşmesiyle sadece 1500 firmanın yararlanabileceği "kuş yemler gibi" bir destek olarak görülüyor ve doğal olarak pek beğenilmiyor. Tam bu sırada "operasyon gazeteciliği" sahneye çıkarak, Yeni Şafak'ın "Faiz arttı döviz yükseldi Enflasyon azdı Üretim düştü sanayi durdu yatırımlar çekildi" manşetiyle Mehmet Şimşek'i hedef aldığı iddia ediliyor. Bu manşetin muhatabının Erdoğan veya AKP değil, Mehmet Şimşek olduğu belirtiliyor. Mehmet Şimşek'in "efsane olacakken kestane olacak" noktasına getirildiği, öncesinde kamudan milyarlarca liralık ihale alan ortağıyla çekilmiş fotoğraflarının sızdırıldığı, İngiltere'de kurduğu şirketin ortaya çıkarıldığı ve bunun vergiden sakınma amacı taşıdığı iddialarının yandaş medya tarafından servis edildiği öne sürülüyor. "Adam bize vergi üstüne vergi bindiriyor Kendi vergiden sakınıyor" yorumu yapılıyor. AKP kurmaylarının da ekonomi kötü diye yakınmaya başladığı ve Mehmet Şimşek'in potansiyel "yolcu" olabileceği, 3 Haziran'dan sonra kabine değişikliğine gidilebileceği konuşuluyor. Ancak faizleri artıranın Merkez Bankası olduğu, Şimşek'i savunan bir mekanizma olmazsa Merkez Bankası'na da ayar çekilebileceği endişesi dile getiriliyor. Ülkenin "çok tehlikeli sulara" girdiği, ekonomik açıdan daha önce de girildiği ancak bu sefer farklı olduğu ve kimsenin sesinin çıkmadığı belirtiliyor. Ekonomiye dair bu gelişmeler ve siyasi yorumlar, (avazturk.com) gibi platformlarda geniş yankı bulmaktadır.
Yerli ekonomistlerin genellikle "global piyasayı iyi konuşmaya bayıldığı", tek dertlerinin "küresel finans" olduğu, Amerika'nın faiz indirip indirmeyeceği, Avrupa'nın resesyona girip girmeyeceği, Çin'in büyüyüp büyümeyeceği gibi konulara odaklandığı, ancak Türkiye'deki "hukuk demokrasi katliamından" bahsetmediği eleştirisi getiriliyor. Yatırımcının Türkiye'deki mahkeme kararlarına değil Almanya'nın cari fazlasına baktığını düşünenlerin yanıldığı, yabancı yatırımcının önce Türkiye'deki durumu inceleyeceği, "Cumhurbaşkanı adayı iki parti başkanı ve yüzlerce belediye çalışanı hapse tıkılmış, ne olacağı belli değil, aman aman dur Türkiye'ye paramı götüreyim fırsatı kaçırmayayım diye mi düşünecek" sözleriyle ironik bir dille anlatılıyor. Dünyanın Türkiye'ye güvenmediği, Türkiye'nin kendine güvenmediği ve ülkede "arkasına güvenen bir borazancı başı kaldı" söylemiyle umutsuzluk dile getiriliyor. Yatırım konusunda kimsenin ülkenin nereye gittiğinin farkında olmadığı, seçim olup olmayacağının bile belirsiz olduğu ve "Türkiye demokrasi mi?" sorusunun havada kaldığı belirtiliyor. Konunun hassas ve riskli olduğu, bu yüzden konuşanların ekranlarda dikkatli ve temkinli olduğu ancak "saate oynadıkları" hissiyatı vurgulanıyor, çünkü çok ciddi bir kriz yaşanıyor ve "çıkış yolu görünmüyor".
Finans ve ekonominin farklı karakterlere sahip iki kardeş gibi olduğu anlatılıyor. Ekonomi, "insanların cebinde ne kadar para var" diye sorarken, finans "bu parayla insanlar ne yapar" diye bakar. Ekonomi, "insanlar nasıl yaşayacak" derdine düşerken, finans "nasıl daha çok kazanırım" sorusunu öne çıkarır. Ekonomi yaşamdır, finans ise yaşamda bir detaydır. Bu ayrımın en net Mehmet Şimşek'te görüldüğü iddia ediliyor; ücret artışı konuşulurken Şimşek'in "bütçeye maliyeti ne olur" diye sorduğu, "insanlar nasıl geçinecek nasıl yaşayacak abi" sorusunun cevabının ise hep havada kaldığı belirtiliyor. Finans çabuk karar verir, piyasalar anlık tepkilerle hareket ederken, ekonomi yavaş ve derindir, uzun vadeli etkilerle şekillenir. Ancak ikisinin damarlarında dolaşan aynı kandır: Para.
19 Mart'ta yaşananların da tam olarak bu olduğu ifade ediliyor. "Siyasi bir hukuk operasyonuyla başlayan süreç", kısa vadede "finansal panik havası" yarattı. Yatırımcı kaçtı, piyasa çalkalandı. Kurumlar acil müdahalelerle durumu toplamaya çalıştı, büyük kayıplar yaşandı ve piyasa yavaş yavaş duruldu. Finans "köşede beklemeye başladı" ancak "asıl sorun alttaydı": Ekonomik tahribat. Bu tahribatın yavaş fakat daha yıkıcı bir biçimde kendini göstereceği, yatırımın olmayacağı, yaşanan belirsizliğin kemireceği, güvensizliğin eriteceği ve bütün vadelerde fakirleştireceği öngörülüyor. Böylece "klasik döngü" başlıyor: Ekonomi kötüleştikçe finans bozulur, finans bozulunca ekonomi daha da kötüleşir, bu sarmal "iş içinden çıkılamaz bir hale gelir". Bu duruma "Meksika açmazı" da deniyor.
Başkanlık sistemine geçilirken "neyiniz varsa üçe katlanacak" denildiği ancak "üçün birini aldığımız ama daha da fazlasını kaybedeceğimiz" düşüncesi dile getiriliyor, çünkü o "kafa ve o anlayış hala vizyonda". Bu sistemden kurtulmadıkça sadece ekonominin değil, "hayatın her alanında kahve kader ağlarını örer" deniliyor.
En basitinden örnek olarak, Türkiye'de doların sadece yabancı bir para birimi değil, "gayriresmi ikinci para birimi", hatta daha da ötesi, "Türk lirası cebimizde duran bizde kalan bir misafir, Dolarsı ev sahibi" benzetmesi yapılıyor. Liranın sadece market alışverişleri veya esnafta hatıra öderken kullanıldığı, birikimlerin ise dolar bazında yapıldığı ve her şeyin dolara göre hesaplandığı belirtiliyor. Bunun nedeni, Türk lirasının artık "uzun vadede tutulmak istenmeyen bir para" olması ve "güvenin olmaması". Kimsenin Türk lirasının gerçek değerinin ne olduğunu kestirememesi, serbest piyasada çalışmadığı için kurun, faizin, fiyatların "gerçek değil", "Matrix gibi sana bir hayal gösteriyorlar" algısı yaratması, insanların şüphelenmekte haklı olduğunu gösteriyor. Fiyatların piyasa dinamikleriyle değil, devletin zorlamasıyla şekillendiği, dolar artmasın diye faizlerin artırıldığı, rezervlerin satıldığı, piyasanın sıkıştırıldığı, bunların da serbest piyasanın doğal akışını bozduğu belirtiliyor.
19 Mart'ta doların 42 lirayı gördüğü, Merkez Bankası'nın koşup milyarlarca dolar satarak kuru geri çektiği hatırlatılıyor. Bu durumun, gerçek fiyatın aslında çok yukarıda olduğunu düşündürdüğü, Merkez Bankası olmasa veya satacak dövizi olmasa ne olacağının belirsizliği, müdahaleye güven vermek yerine "ne saklıyorlar acaba" şüphesini artırdığı ve "Bıraksalar dolar uçacak lan" hissinin daha da güçlendiği ifade ediliyor. Kısa vadede kazanç sağlansa bile, Türk lirası uzun vadede bir seçenek olarak görülmüyor; "Millet gönlünü eğlendiriyor", "Eğlenilecek para birimi olarak bakılıyor". Döviz rezervlerinin sürekli gündem olmasının nedenlerinden biri de bu: "Ulan rezervleri yoksa benim paramı ödeyebilirler mi acaba". Güven yıkmanın kolay olduğu ancak inşa etmenin yıllar aldığı vurgulanarak, serbest piyasanın serbest bırakılması gerektiği, ülkenin "fabrika ayarlarıyla oynanmaması" uyarısı yapılıyor. Bunlar konuşulmadıkça, faiz tartışmasının da, kur analizinin de "koca bir kandırmaca" olduğu sonucu çıkarılıyor.
Sonuç olarak, Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu durum, "sonunu değiştiremediğimiz filmlerden biri"ne benzetiliyor ve bu sefer "mutlu sonla bitmeyecek gibi" görünse de, bireysel çözümlerin (dil öğrenme gibi) sunulmasıyla bir nebze olsun umut aşılanmaya çalışılıyor. Ancak genel tablo, derin yapısal sorunların, güvensizliğin ve akıl dışı politikaların ülkeyi tehlikeli sulara sürüklediği yönünde.