İşbilmezlik Eleştirisi Ekonomik Durumda Çözümsüzlük Derinleşiyor
Ekonomist Emre Alkin, Türkiye ekonomisinin 2018'den bu yana süregelen zorlu sürecini, resmi enflasyon rakamlarındaki tartışmaları ve reel sektörün karşılaştığı zorlukları değerlendiriyor. Vatandaşın güven kaybı ve yönetimlerin sorumluluğu ele alınıyor.
Türkiye ekonomisi, 2018 yılından bu yana bir 'forma majör' alanında, yani sürekli bir teyakkuz ve makro ihtiyati tedbir durumu içinde devam ediyor. Bu durumun 2025'e kadar uzanarak yedi yıl sürmesi dikkat çekici bir nokta olarak belirtiliyor. Ekonomist Emre Alkin, Nasıl Bir Ekonomi TV'de katıldığı yayında, mevcut ekonomi yönetiminin göreve geldiğinde bulduğu %38.21'lik enflasyonu yaklaşık 35'lere indirmiş olmasını başarı olarak sunmasını eleştiriyor. Bu durumun, az gidip uz gidip dönülen bir arpa boyu yolculuğu gibi olduğunu ifade ediyor.
Alkin, ekonomi yönetimlerinin tarz farklılıklarına rağmen, 2018'den beri politika faizini anlamsız kılan, vatandaşa kredi verme veya vermeme gibi usul değişiklikleriyle aslında ortada hiçbir çözüm olmadığını vurguluyor. Bu tür reçetelerle çözüm olmayacağını öteden beri savunduklarını belirtiyor. Bu nedenle, mevcut ekonomi yönetimi gidecek mi heyecanına kapılmak yerine, hangi yönetim gelirse gelsin sonucun değişmediğini kabul etmenin daha akıllıca olduğunu düşünüyor. Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik atmosfer ve finansal piyasalardaki hareketlilik gibi konulara da https://www.avazturk.com üzerinden ulaşabilirsiniz.
Mali Riskler ve Bütçe Üzerindeki Baskı
Kamu maliyesi açısından üç temel riskli durumla karşı karşıya olunduğu dile getiriliyor. Bunlardan ilki, faiz ödemelerinin bütçe içindeki payının inanılmaz bir hızla yükselmesi. Mevcut yönetim göreve geldiğinden beri bu oranın iki katına çıktığı belirtiliyor. İkinci risk ise faiz dışı fazla verme gerekliliği. Alkin, ekonomi yönetimine atanmış kişilerin bilmeyebileceği düşüncesiyle, bir ülkenin teklif ettiği reel faizi ödeyebilmesi ve borç helezonuna düşmemesi için faiz dışı fazlanın milli gelire oranının belirli bir seviyede (örneğin %7) olması gerektiğini açıklıyor. Reel faiz teklif edip, faiz dışı açık vermenin farklı bir kafa yapısı olduğunu ve sürekli faiz dışı açık verilmesinin ekonomiyi durgunluğa sürüklediğini ifade ediyor. Bu açığı finanse etmek için vatandaşın tasarrufuna göz dikmek, borçlanma ya da vergi artışları yoluyla aynı insanlardan daha fazla vergi almanın durgunluğu derinleştirdiğini belirtiyor. İlginç bir şekilde, durgunluğa giren ekonomiye kamu harcamalarını artırarak müdahale etme çabasının büsbütün daha fazla durgunluk getirdiği gözlemleniyor.
Üçüncü risk ise kronik enflasyon sorunu. Naci Ağbal görevi bıraktığından beri müzmin bir enflasyon sorunuyla karşı karşıya olunduğu ve ekonomi yönetiminin enflasyonun düştüğünü söylemesinin, Ağbal zamanındaki seviyenin bile yakalanamamış olması karşısında bir başarı lanse etmek olduğu eleştirisi getiriliyor. Bazı kişilerin göreve gelinen zamanki enflasyon oranının gerçek olmadığını söylemesine karşılık, mevcut oranın da gerçek olup olmadığı sorusu soruluyor. Alaattin Aktaş gibi uzmanların yazılarının ve Haluk Levent'in mikrodata kullanarak TÜİK'in 2023 enflasyonunu doğru hesaplamadığını gösteren çalışmalarının bu konudaki şüpheleri artırdığı belirtiliyor. Ekonomi gündemindeki bu önemli tartışmaların detaylarına https://www.avazturk.com adresinden ulaşılabilir.
Resmi Rakamlar ve Reel Sektörün Gerçeği
Eleştiriyi bir kenara bırakıp, atılan adımların reel sektör üzerindeki etkilerine odaklanıldığında ciddi zorluklar yaşandığı görülüyor. Reel sektördeki firmalara net bir tavsiye veriliyor: Eğer resmi enflasyon kadar bile ciro artışı yakalayamıyorsanız, borçlanarak şirketinizi zombi haline getirmeyin. Faaliyetleri yavaşlatmak, durdurmak ya da maliyetlerin daha düşük olduğu yurt dışına taşımak gibi seçenekler değerlendirilmeli. Ancak, müşteri portföyünü veya tedarik olanaklarını genişleterek resmi enflasyonun çok üzerinde bir ciro artışı yakalayabiliyorsanız, saçma sapan olmadıkça hiçbir faiz oranının sizi korkutmayacağı ve banka finansmanını kullanmanın mantıklı olabileceği belirtiliyor. Hatta sektörel kredi avantajlarından (tarım, hayvancılık gibi) yararlanmak ve firmanın mevduatını değerlendirerek finansal karlılık elde etmek gibi stratejiler de öneriliyor. Bunların hiçbirine katılamıyorsanız, ısrar etmemek gerektiği vurgulanıyor.
Firma batışlarını ve reel sektörün milli gelirdeki payının azalmasını görmezden gelen, iş dünyasını sürekli iş bilmezlikle suçlayan bir ekonomi yönetimi olduğu eleştirisi dile getiriliyor. Ekonomi yönetiminin modellemelerinin de yanlış olduğu, çünkü verinin de yanlış olduğu savunuluyor. Resmi rakamlara bakarak mali tablo yapmaya kalkışılmaması, firmanın kendi enflasyon oranını hesaplaması gerektiği tavsiye ediliyor. Firmaların, profesyonellerden A ve B senaryoları (işlerin normal gitmesi ve daha kötüleşmesi durumları için) getirmesini istemeleri ve ısrar etmemeleri gerektiği tekrarlanıyor. Zombi şirketleşme riskine dikkat çekiliyor; 1997-2020 IMF araştırmasına göre Türkiye'nin dünyada en çok zombi şirket sahibi olan ülke olduğu bilgisi paylaşılıyor. Zorla firmaları yaşatmaya çalışmanın bu duruma yol açtığı ve ekonomi yönetiminin kararları sebebiyle zombileşmek yerine firmayı uykuya yatırmanın daha iyi bir seçenek olduğu belirtiliyor. Reel sektörün güncel durumu ve karşılaşılan zorluklar hakkında daha fazla bilgi ve analiz için https://www.avazturk.com'a göz atabilirsiniz.
Vatandaşın Hissettiği Enflasyon ve Güven Sorunu
Hane halkının hissettiği enflasyonun (hayat pahalılığı) resmi rakamlardan çok farklı olduğu konusu gündeme getiriliyor. Alaattin Aktaş gibi isimlerin, hesaplamalar eksiksiz yapılsa bile ağırlıklar iyi belirlenmemişse vatandaşın hissettiği oranın farklı olacağı yönündeki uyarıları hatırlatılıyor. Yapılan anketlerde izleyicilerin büyük çoğunluğunun (bugün %68'i) yıl sonu enflasyonunu %29'un üzerinde beklediği bilgisi veriliyor. Vatandaşların yorumlarında gerçek pazar, market ve kira fiyatlarına vurgu yapması, bu beklentilerin nasıl yönetileceği sorusunu akla getiriyor.
Emre Alkin, kişisel bir anektod paylaşarak, babası Erdoğan Alkin'in 2012'den beri yediği içtiğinin faturasını tuttuğunu ve kendisinin de aynı şekilde harcamalarını detaylı olarak kaydettiğini belirtiyor. Bu nedenle, herhangi bir ekonomi yönetiminin kendisini enflasyon konusunda kandırma ihtimalinin sıfır olduğunu, kendi başına gelenle hükümetin açıkladığı enflasyon oranı arasında hiçbir alaka olmadığını ifade ediyor. Bir bilim insanı olarak hayat pahalılığı ile enflasyon arasında fark olduğunu kabul etmekle birlikte, bu kadar makasın açık olmasının vatandaşların ekonomi yönetimine olan güveninin sıfır olduğunu gösterdiğini söylüyor. Güven eksikliğinin, insanların bugün ihtiyaçları olmasa bile yarın daha pahalıya bulurum düşüncesiyle satın alma eğilimine yol açtığı belirtiliyor. Bu durumun bazı patronlar kulübünün ekonomistleri tarafından talep enflasyonu olarak yorumlanmasını eleştirerek, asıl sorunun muazzam bir maliyet enflasyonu olduğunu ve bu maliyetin önemli bir kısmının kamu tarafından üretildiğini savunuyor. Kamusal maliyetlerden yıldıkları için insanların bugünden satın almaya başladığını ekliyor.
Üretici tarafında da benzer bir durum yaşanıyor; üreticiler, sattıkları ürünleri yeniden üretmek için tedarik edecekleri hammadde fiyatlarının yükseleceği riskini fiyata ekliyorlar. Hem vatandaşların bugünden satın alması hem de satıcıların riski fiyatlamasının altında yatan temel nedenin ekonomi yönetimine güvenmemek olduğu tekrar vurgulanıyor. Güven kaybının sebebinin, piyasada yaşananlarla resmi rakamların uyuşmaması olduğu belirtiliyor. İstanbul Ticaret Odası (İTO) ile TÜİK rakamları arasındaki büyük farkların herkesin dikkatini çektiği ve büyük metropollerde yaşayan insanların kendi maruz kaldıkları hayat pahalılığı ile açıklanan rakamlar arasında dağlar kadar fark olduğunu söylediği dile getiriliyor. Bu durumun "tamamen iş bilmezlik" olduğu ve "mızrağın çuvala sığmadığı" şeklinde ifade ediliyor. TÜİK verileri ve piyasa gerçekliği arasındaki farklılıklar, ekonomik analizlerin güvenilirliğini etkiliyor. Bu konudaki güncel değerlendirmeleri https://www.avazturk.com'da bulabilirsiniz.
Faiz Baskısı ve TÜİK'in Rolü
Bu farklılığın ve güven kaybının üç ana sebebi olduğu öne sürülüyor. Birincisi, Merkez Bankası'nın ciddi baskı altında olması. İkincisi, JP Morgan gibi uluslararası kurumların politika faizi %10'a düşene kadar gelmeyeceklerini belirtmesi. Üçüncüsü ise Sayın Cumhurbaşkanı'nın faizsiz bir ekonomi hayali. Ayrıca, Odalar Birliği gibi kuruluşların yüksek faizden şikayetçi olması da ekleniyor. Bu baskı altında, Merkez Bankası'na faizleri indirmesi için bir koridor açılması gerektiği ve bu konuda TÜİK'in "imdadına yetiştiği" iddia ediliyor. Mayıs ayında enflasyonun düşük çıkmasının ve bunun genellikle 6 ayda bir tekrarlandığının (Ocak-Mayıs, Aralık-Mayıs döngüsü) altı çiziliyor. Bunun bir nedeni olarak, gelecek maaş ve ücret zamlarının düşük çıkması hedefi gösteriliyor. Asgari ücrete zam yapılıp yapılmayacağı, emekli zamları gibi kararların bu düşük enflasyon verisiyle ilişkilendirildiği düşünülüyor.
Kamu görevlileri gibi dinleyicilerin bu eleştirilere serzenişte bulunabileceği belirtiliyor. Ancak Alkin, "algıyı siz yarattınız" diyerek, artık gerçek bir şey yapılıyor olsa bile halkın inanacak halinin kalmadığını, bu nedenle "bandı başa sarmaları" gerektiğini ifade ediyor. Mevcut ekonomi yönetimi için "aman gitmesin" diye çaba sarf etmenin anlamsız olduğu, 2018'den beri aynı şeyin izlendiği, Naci Ağbal ve Lütfi Elvan gibi isimlerin de kısa sürede görevden alındığı örnekleriyle açıklanıyor. Onlar için bile yakınılmazken, mevcut yönetim için yakınılmasının "yakışıksız" olduğu dile getiriliyor. Herkesin kendini düzeltmesi çağrısı yapılıyor. "Yerli ve milli" vurgusu yapılmasına rağmen, milletin fabrikalarını söküp yurt dışına götürdüğü, Sanayi Bakanı'nın ise sanayinin zaten küçük olduğunu ve önemli olmadığını söylediği gibi çelişkiler de ortaya konuluyor.
Ekonomi Yönetiminin Suçlamaları ve Strateji Eksikliği
Firmalar batarken Merkez Bankası uzmanlarının "daha konut satmadılar, iyi durumdalar" şeklinde makaleler yazmasının ciddiyetten uzak olduğu belirtiliyor. Merkez Bankası veya ekonomi yönetiminin başı belaya girdiğinde genç uzmanlara sipariş yazılar yazdırıldığı iddiası dile getiriliyor. Geçen hafta Bilgi Üniversitesi'nde yapılan bir panelden bahsedilerek, orada da aynı konuların dile getirildiği ancak kendisinin konuya daha espriyle yaklaştığını belirtiyor. "Gözlerdeki ışık", "epistemolojik kopuş" gibi ifadelerden hoşlanmadığını, ancak bu ifadeleri kullanan değil, halka daha yakın görünen cümleler kullanan kişilerin icraatlerinin alkışlandığını, oysa ortada düzgün bir icraat olmadığını savunuyor.
Reel sektörün ve ihracatçıların "inim inim inlediği" rakamlarla gösterildiği. Sokağa çıkıldığında vatandaşın şikayetinin belli olduğu, okul ücretlerinin inanılmaz seviyelere geldiği ancak hiçbir şeye müdahale edilmediği belirtiliyor. Buna karşılık ekonomi yönetiminin sürekli vatandaşı ve iş dünyasını suçlaması, hatta "iyisiniz iyisiniz" demesi eleştiriliyor. Bazı kişilerin firmaların bir zamanlar çok kazandığını söylemesine karşı, önemli olanın firmaların kendi ana faaliyetlerinden kar etmesi olduğu vurgulanıyor. Finansal faaliyetlerden kar ediyorlarsa, o firmaların neden açıldığı sorgulanıyor. Türkiye'nin ekonomik yönetimi ve sektörlerin geleceği gibi stratejik konulara dair daha derinlemesine analizler https://www.avazturk.com'da yer almaktadır.
İçinden geçilen sürecin bir "distopya" olduğu, ütopya bile olmadığı, korkunç bir şey yaşandığı ve bunu yaşatanları korumaya çalışanların "daha beterleri gelir" argümanının yersiz olduğu ifade ediliyor. Asıl sorunun, Türkiye ekonomisinin bir stratejisinin olmaması olduğu dile getiriliyor. 10 sene sonra hangi sektörlerin ileri gideceği konusunda belirsizlik olduğu, sadece sivil toplum kuruluşlarının projeksiyonlarının bulunduğu (savunma sanayi hariç) belirtiliyor. Otomotiv, kimya, tekstil gibi temel ihracat sektörlerinin geleceğine dair bilgi olmaması eleştiriliyor. Varsa yoksa ekonomi yönetiminin "ne pahasına olursa olsun" bir hedefi olduğu ve bunun yaşandığı söyleniyor.
Canlı Deney ve Siyasi Müdahale Beklentisi
Yaşananların, üzerinde etik raporu alınmamış bir "invivo deney" (canlı canlı denek üzerinde yapılan deney) gibi olduğu benzetmesi yapılıyor. Bu deneyi ne kadar daha çekeceğimizin bilinmediği, ancak uzadıkça TÜİK'in yardıma koşarak enflasyonun düştüğünü göstermeye çalıştığı iddia ediliyor. Bu durumun bir eleştiri değil, bir "vaka analizi" olduğu, ekonomi yönetiminin gözünü kapatıp başarılı olmaya odaklandığı, skorun bile önemsenmediği belirtiliyor. Ancak kamu harcamalarının durdurulamadığı ve efektif talebin sadece özel tüketim ve yatırımlar gibi unsurlarının boğulduğu bu yöntemin yanlış olduğu ifade ediliyor.
Alkin, siyasi otoritenin sonunda bu duruma müdahale edeceği beklentisi içinde olduğunu, Türk insanının artık bu kadar acıya katlanamayacağını, insanların "burasına kadar geldiğini" söylüyor. Sorunların büyük kısmının siyasi otoriteden kaynaklandığının hissedildiği, durumun bu kadar sıkıntılı gitmesinde ve düşük faiz oranlarının tartışılmasında siyasetin de payı olduğu kabul ediliyor. İlginç bir nokta olarak, yabancı yatırımcıların artık Türkiye'deki siyasi gelişmelere karşı duyarsızlaşmaya başladığı belirtiliyor. Cumhuriyet Halk Partisi'nin kurultay davası gibi normalde önemli görülebilecek bir siyasi gelişmenin, faiz indiriminin tarihine bile etki etmediği, yabancıların "Haziran'da yapma Temmuz'da yaparsın" gibi önerilerde bulunduğu örneği veriliyor. Bunun, Türkiye'nin bir yola girdiğini ve iç meselelerin çok da önemli olmadığını düşündüklerini gösterdiği yorumu yapılıyor. Trump dönemiyle başlayan yeni diplomasi hareketinde Türkiye'nin gücünün ön plana çıktığı, iç meselelere değil, Türkiye'nin gücüne bakıldığı çıkarımı yapılıyor.
Sonuç olarak, mevcut ekonomik durumun karmaşıklığı, resmi verilerdeki şüpheler, reel sektörün zorlukları, vatandaşın güven kaybı ve yönetimlerin sorumluluğu gibi birçok farklı boyutu ele alınıyor. Yaşananların "korkunç" bir "distopya" ve "etik dışı bir deney" olduğu benzetmesiyle durumun ciddiyeti vurgulanıyor ve siyasi müdahale beklentisi dile getiriliyor.