İran'ın Kurucu Lideri Ayetullah Humeyni'nin Ölümüyle Başlayan Şok Edici Yeni Dönem!
İran'ı sonsuza dek değiştiren Ayetullah Humeyni'nin vefatı, ardında büyük bir miras ve sırlar bıraktı. Milyonları sokaklara döken cenaze töreni ve ülkeyi saran korku düzeninin bilinmeyenleri sizi bekliyor!
Değerli okuyucularımız, 20. yüzyıl Ortadoğu'sunun en tartışmalı figürlerinden biri olan Ruhullah Musevi Humeyni'nin hayatını ve İran İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşunu detaylı bir şekilde incelediğimiz bu haber makalesinde, yakın zamanda YouTube kanalı "Sokak Kedisi"nde yayınlanan "Devrimle İslam Cumhuriyeti’ne “Evet” Diyen İran’ın İmamı: Ayetullah Ruhullah Humeyni" başlıklı videodan çarpıcı bilgilerle bir araya getirilmiş derinlemesine bir analizi sunacağız. Bir önceki bölümde, kendini Aryan imparatoru ilan eden bir şahın tarihten nasıl silindiğine tanıklık ettikten sonra, şimdi bu boşluğu kimin ve nasıl doldurduğunu, milyonların sokaklara döküldüğü o günlerde halkın gerçekte neye evet dediğini ve neyle karşılaştığını adım adım anlatmaya devam ediyoruz. Tahran'a inen o uçaktan çıkan yeni rejim, yalnızca bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda bir dünya görüşü, bir inanç sistemi ve bir adamın adı etrafında şekillenen mutlak bir iktidardı. Bu çarpıcı ve gerilim dolu haberin detayları ilerleyen paragraflarda daha da derinleşecek ve sizi büyük sürprizler bekliyor olacak.
Peki kimdi bu adam; Ruhullah Musevi Humeyni? 1902 yılında İran'ın ortasındaki küçük bir kasaba olan Humayn'de doğdu. Ailesi, Şii geleneğin seçkin din adamlarındandı ve hem anne hem de baba tarafından Seyyid soyundan geldiği, yani doğrudan Hz. Muhammed'in soyundan geldiği iddiası, halk nezdinde sadece bir onur değil, ruhani otoritenin temeliydi. Babası Seyit Mustafa'nın yerel yöneticilere karşı çıktığı için öldürülmesiyle bebek yaşta babasız büyüyen Humeyni, sonraları babasının ölümünden Şah'ı sorumlu tutacaktı. Annesi ve teyzesi tarafından yetiştirilen Humeyni, her ikisi de medrese eğitimi almış bu kadınlar sayesinde küçük yaşta Arapça, fıkıh kitapları ve Şii kelamıyla tanıştı. Önce Araka'a, sonra Şii ulemasının merkezi olan Kum'a geçti ve Ayetullah Hayiri'nin öğrencisi oldu. Fıkıh, kelam, ahlak ve tasavvuf alanlarında klasik eğitim alarak sert, disiplinli ve ketum bir hoca olarak tanındı. Yıllarca siyasetten uzak kalsa da, zihninde "Velayet-i Fakih" yani "İmam Mehdi gayptaysa toplumu fakihler yönetmelidir" fikri büyüyordu. Bu, sadece dini bir görüş değil, aynı zamanda ileride İran anayasasına yazılacak siyasi bir sistem teklifiydi. Humeyni, ne sadece kitaplara gömülmüş bir müderris ne de halkı avutmakla yetinen bir vaizdi; o, Batılılaşmaya karşı topyekûn bir kültürel başkaldırının mimarıydı. Ona göre Batı, İran'ın ruhunu çürütüyordu ve bu çürümeye karşı mücadele yalnızca camide değil, okulda, mahkemede ve sokakta verilmeliydi. Sert, uzlaşmaz ve taviz vermez bir kişiliğe sahipti; kimine göre imanına hayran olunası bir lider, kimine göre ise intikamcı ve acımasızdı.
1 Şubat 1979 sabahı, 15 yıl boyunca sürgün kaldığı topraklara artık bir muhalif değil, mutlak bir otorite olarak ayak bastı. Humeyni'nin dönüşüyle birlikte, sokaklardaki öfke artık bir lidere, bir merkeze ve bir hedefe kavuşmuştu. Pehlevi rejiminin üst yapısı çökmüştü ancak devlet aygıtı, bürokrasi, ordu, mahkemeler ve güvenlik teşkilatları hâlâ eski rejimin gölgesinde işliyordu. Sokakta kazanılan devrimin artık kurumsal bir rejime dönüşmesi gerekiyordu ve bu geçiş sancılı olacaktı. Humeyni, ülkeye döndükten birkaç gün sonra, 5 Şubat 1979'da, ne anayasal bir süreçle ne de halkın iradesine dayanarak, tamamen kendi otoritesine dayalı bir emirle Mehdi Bazargan'ı geçici başbakan olarak atadı. Paris'te mühendislik okumuş, laik eğitim almış, mütedeyyin ama modernist bir siyasetçi olan Bazargan, İslam'ı ahlaki bir çerçeve olarak görürken, devletin aklının halk iradesi ve yasalarla şekillenmesi gerektiğini savunuyordu. Ancak Humeyni, İslam'ın yalnızca bir ahlak değil, aynı zamanda bir iktidar projesi olduğunu savunuyordu. Bu fikir ayrılığı daha ilk günden itibaren iki ayrı iktidar yapısını doğurdu: Bir yanda Bazargan'ın sivil hükümeti, teknokratlar, hukukçular ve bürokratlar; öte yanda Kum'dan yönetilen devrim komiteleri, milis güçleri ve dini kadrolar. İran fiilen iki iktidarla yönetiliyordu, ancak bu paralellik uzun sürmeyecekti. Yeni rejimin kurumsallaşma sancıları arasında bir başka gerilim daha patlak verdi: 8 Mart 1979 Kadınlar Günü'nde, başörtüsü henüz yasa olmamasına rağmen Humeyni, kamu kurumlarında kadınların başlarını örtmesi gerektiğini açıkladı. Bu açıklamanın hemen ertesi günü, binlerce kadın Tahran sokaklarında "Biz devrim yaptık, eve dönmeyeceğiz!", "Özgürlük bizim hakkımız!", "Kadınlar sessiz kalmayacak!", "Zorunlu örtüye hayır!" sloganlarıyla yürüyüşe geçti. Protestocu kadınlara İslamcı gruplar saldırdı, polis müdahale etti ve gazeteler "ahlak dışı gösteri" manşetleri attı. Kadınlara yöneltilen itham açıktı: Bu insanlar dış güçlerin ajanlarıydı. Gerçekte bir yasa olmasa da, toplumsal baskı bir düzenleme gibi işliyordu ve o gün, İran'daki kadın mücadelesi için bir kırılma noktasıydı. Bu kritik dönemdeki toplumsal olaylar ve siyasi gelişmeler hakkında daha fazla bilgi edinmek için https://www.avazturk.com adresini ziyaret edebilirsiniz.
1 Nisan 1979'da, yani Humeyni'nin dönüşünden iki ay sonra, tek bir sorunun olduğu bir referandum düzenlendi: "İslam Cumhuriyeti'ni istiyor musunuz?". Laik cumhuriyet, anayasal monarşi ya da başka hiçbir seçenek pusulada yer almadı. Seçim kampanyası devlet imkanlarıyla yürütüldü, kararsızlara baskılar yapıldı, radyo ve gazeteler sadece "evet"i savunan içeriklerle doluydu. Sonuç %98.2 "evet" çıktı ve İran resmen bir İslam Cumhuriyeti olmuştu. Ancak bu, halkın tercihinden çok, halkın önüne konan tek seçenekti. Devletin adı konmuştu ama yapısı belirsizdi; İslam Cumhuriyeti nasıl işleyecekti? Bu sorunun cevabı yeni anayasayla verilecekti. Temmuz 1979'da anayasa hazırlıkları için halk oylamasıyla seçilen bir uzmanlar meclisi oluşturuldu. Ancak bu seçim süreci de eşit değildi; sol, liberal ve seküler adaylar kampanya yapamadı, hep ulema yanlısı adaylar desteklendi. Sonuçta komisyon çoğunluğu mollalardan oluştu ve hazırlanan taslağın kalbine Humeyni'nin fikri, "Velayet-i Fakih" yerleştirildi. Yani devletin en yüksek otoritesi, halkın seçtiği cumhurbaşkanı değil, İslami niteliklere sahip bir din alimi olmalıydı. Bu kişi, ordu, yargı ve yürütme dahil her şeyin üstünde yer alacaktı. Bu sistem, klasik bir cumhuriyetle açıkça çelişiyordu ancak Humeyni'ye göre bu bir zafiyet değil, halkı doğruya yönlendirecek bir irşat otoritesine ihtiyaç olduğu için bir zorunluluktu. Bu otorite seçilmiş değil, yetkilendirilmiş biri olmalıydı. Yeni anayasa sadece devlet yapısını değil, toplumsal hayatı da düzenliyordu: medya İslami ölçülere bağlı olacak, kadınların hakları şeriat hükümlerine göre belirlenecek, resmi mezhep Caferi Şiilik olarak ilan edilecekti. Bahailer ise açıkça anayasal dışlanmaya tabi tutuldu. Aralık 1979'da yapılan referandumla anayasa kabul edildi, yine %99'luk bir "evet" sonucu açıklandı, ancak katılım oranı ve özgürlük seviyesi ciddi biçimde sorgulanıyordu. Bu noktada Humeyni, artık yalnızca bir devrim lideri değil, resmi unvanıyla İran İslam Cumhuriyeti'nin rehberiydi ve böylece İran'da cumhuriyetin üstüne yazılmış bir ruhani vesayet inşa edildi.
1980 yılına girildiğinde İran artık bir ideolojiye değil, bir düzene sahipti. İslam Cumhuriyeti resmen kurulmuş, anayasa kabul edilmiş, Humeyni mutlak otorite haline gelmişti. Şimdi sırada bu yapının kurumsallaşması vardı; sadece fikirle değil, yasayla, orduyla, istihbaratla ve kadrolarla. Yeni rejim artık sokaktan değil, devletten konuşacaktı. İlk adım, rejimin silahlı gücünü inşa etmekti. Şah döneminden kalan orduya güven yoktu, generallerin çoğu devrim mahkemelerinde yargılanmıştı. Bu nedenle 1979'da kurulan Devrim Muhafızları Ordusu hızla büyütüldü. Başlangıçta devrimi korumakla görevli bir milis gücü olan bu yapı, kısa sürede siyasetten ekonomiye, istihbarattan ideolojiye kadar her alanda etkili bir yapıya dönüştü. Aynı dönemde halk desteğini diri tutmak amacıyla Besic adlı gönüllü milis örgütleri oluşturuldu; camilerde, okullarda, çarşılarda örgütlenen bu yapı, rejimi savunmanın yanı sıra ahlak polisi gibi işlevler üstlendi. Rejim sadece yukarıdan değil, artık aşağıdan da toplumu denetliyordu. Yeni anayasa çerçevesinde bir parlamento, İslami Şura Meclisi kuruldu. Görünürde halkın seçtiği milletvekillerinden oluşan bu meclisin kararları, doğrudan Anayasayı Koruyucular Konseyi tarafından denetleniyordu. Bu konseyin üyeleri ise doğrudan Humeyni tarafından atanan fakihlerden oluşuyordu. Böylece halk iradesi, her aşamada dini otoritenin filtresinden geçirilmiş oluyordu. Bir başka yapı da Uzmanlar Meclisiydi; bu meclis dini liderin görevden alınması ya da yerine yenisinin seçilmesi gibi yetkilere sahipti, ancak bu yetki pratikte hiçbir zaman kullanılmadı. Çünkü sistemin içinden çıkan hiçbir yapı, kurucusunu aşabilecek bir meşruiyete sahip değildi. Humeyni'nin dönüşüyle birlikte medya tamamen devletin kontrolüne geçti. "İmamın Sesi" adıyla yayın yapan günlük radyo programları, rejimin ideolojik propagandasını yaymanın ana aracı oldu. Gazeteler ya kapatıldı ya da doğrudan ulemaya bağlı kişilerce devralındı; Kayhan ve Etelat gibi büyük gazeteler artık birer devlet bülteni gibiydi. Yayın politikaları doğrudan Kum'daki dini otoriteler tarafından şekilleniyordu. Devlet televizyonu da beş vakit ezan ve vaaz yayınlayan, kadın spikerleri ekran dışına iten, haberleri tek merkezden servis eden bir propaganda aracına dönüştü. Artık devletin tüm yapısına sinmiş bir ideolojik hiyerarşi oluşmuştu; yasalar, kurumlar ve kadrolar hepsi tek bir merkeze bağlıydı: Velayet-i Fakih.
Kurumsal yapı oluşturulmuştu ama rejim, yalnızca devlet aygıtını değil, toplumu da dönüştürmek istiyordu. İslam Cumhuriyeti yalnızca bir yönetim biçimi değil, bir yaşam tarzı dayatıyordu. İlk hedef kadınlardı. 1980'de çıkarılan düzenlemeyle tüm kamu kurumlarında başörtüsü zorunlu hale getirildi. Bu uygulama zamanla çarşaf ya da peçe gibi daha muhafazakar kıyafet biçimlerine dönüştü. Ancak mesele yalnızca kıyafet değildi; kadınların kamusal görünürlüğü sistematik olarak sınırlandırıldı. Kadın yargıçlar görevden alındı, kadın sanatçılar sahneye çıkamaz oldu, karma eğitim yasaklandı, okullar ve üniversiteler cinsiyete göre ayrıldı. Bu, yalnızca bir örtünme meselesi değil, kamusal alanın erkekleştirilmesi anlamına geliyordu. Sinemalar ya kapatıldı ya da ağır sansürle yeniden açıldı. Batı müziği yasaklandı; plaklar, kasetler ve kitaplar toplatıldı. İslami idealara aykırı görülen yüzlerce kitap yasaklandı; tiyatro salonları, konser alanları kapatıldı. Kültür, yalnızca rejime hizmet ettiği sürece kamusal alanda varlık gösterebiliyordu. 1980-1983 yılları arasında İran üniversiteleri tamamen kapatıldı. Bu 3 yıllık süreç rejim tarafından "kültür devrimi" olarak adlandırıldı. Ancak bu, bir kültürel üretim değil, ideolojik tasfiye dönemiydi. Binlerce akademisyen görevden alındı; solcu, liberal ve batılı teoriler müfredattan çıkarıldı, yerine İslami bilim anlayışı getirildi. Üniversiteler artık yalnızca bilim değil, iman da öğretecekti. Böylece İslam Cumhuriyeti, yalnızca bir siyasi rejim değil, tüm toplumsal dokuyu dönüştürmeye çalışan ideolojik bir proje haline geldi ve bu inşa süreci yasayla değil, yasakla yönetildi.
1979 sonbaharında anayasa kabul edildikten sonra sıra cumhurbaşkanı seçimine gelmişti. İlk defa halk sandık başına gidiyordu; 10 milyon seçmen doğrudan cumhurbaşkanını belirleyecekti. Seçim tarihi 25 Ocak 1980'di ve kazanan isim oyların %76'sını alan Ebül Hasan Beni Sadr oldu. İran tarihinin seçimle iş başına gelen ilk cumhurbaşkanıydı. Paris yıllarından beri Humeyni'nin çevresinde olan Beni Sadr, iktisat doktoru, Fransızca eserler yazmış, Avrupa'da yetişmiş bir düşünürdü. İslamcıydı ancak devrim sonrası kurulan yapının otoriterliğinden rahatsızdı. Devletin ideolojiye değil hukuka, uzmanlığa ve halk iradesine dayanması gerektiğini savunuyordu. Bu duruşu onu hızla yalnızlaştırdı. Çünkü sahada iki farklı güç vardı: Beni Sadr'ın başında olduğu Sivil Cumhurbaşkanlığı ve Humeyni'nin denetimindeki devrim komiteleri, devrim muhafızları ve ulema çevresi. Beni Sadr, askeriye'deki tasfiyelere karşı çıktı, sivil özgürlükleri savundu ve din adamlarının devlet yönetimindeki rolünü sorguladı. Sonuç olarak iktidarın merkezinden uzaklaştırıldı. Haziran 1981'de, Humeyni'nin açık desteğiyle meclis Beni Sadr'ı görevden aldı. Suçlama: İslam Cumhuriyeti'ne aykırı davranmak. Görevden alındıktan sonra günlerce gizlenen Beni Sadr, sonunda Halkın Mücahitleri Örgütü yardımıyla İran'dan kaçmayı başardı. Sığınma yeri ise Fransa'ydı. O artık bir kaçak cumhurbaşkanıydı ve o gidiş, devrim sonrası sivil siyasetin ne kadar dar bir alanda tutulduğunun göstergesiydi.
Beni Sadr'ın düşüşünden yalnızca birkaç hafta sonra İran, bir başka sarsıcı olayla karşılaştı. 28 Haziran 1981 günü Tahran'daki İslam Cumhuriyeti Partisi'nin merkez binasında bir toplantı düzenleniyordu. Parti liderleri, milletvekilleri, yargı mensupları dahil toplam 70'ten fazla kişi içerideydi. Tam bu sırada binada büyük bir patlama oldu; toplantı salonu yerle bir oldu ve katılanların neredeyse tamamı hayatını kaybetti. Ölenler arasında bir isim öne çıktı: Ayetullah Muhammed Behişti. Humeyni'nin ardından en güçlü isim olarak görülen Behişti, yargı organlarını kuran ve devrim ideolojisini anayasal forma sokan kişiydi. Aynı zamanda Velayet-i Fakih sisteminin fikir babalarındandı. Saldırının faili olarak Halkın Mücahitleri suçlandı ve rejim ülke çapında büyük bir tasfiye başlattı: gözaltılar, sürgünler, idamlar. O günden sonra İran'da muhalefet yalnızca bastırılmadı, yok sayıldı. Böylece devrimi içeriden kuran kadrolar tasfiye ediliyor, öte yanda halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı sürgüne gönderiliyordu. Rejim artık yalnızca bir siyasal sistem değil, her tür muhalefeti düşman olarak kodlayan bir güvenlik makinesine dönüşüyordu. İran İslam Cumhuriyeti, ilk yıllarında birçok farklı toplumsal ve siyasi grubun (laikler, sosyalistler, ulema, esnaf, aydınlar ve öğrenciler) desteğiyle kurulmuştu; devrim bir koalisyondu ama iktidar o koalisyonun çoğunu kısa sürede dışladı. Bu dönem bir tasfiye süreci olarak tarihe geçti. İlk hedef Şah döneminde görev yapmış bürokratlardı; valiler, yargıçlar, subaylar ve bakanlık memurları. Yeni kurulan devrim mahkemeleri bu isimleri yargılamak için hızla devreye sokuldu. Ancak bu mahkemeler adil yargılama değil, cezalandırma aygıtı olarak çalıştı; birçok duruşma birkaç dakika sürdü, sanıklara avukat verilmedi, iddianameler okunmadı ve kararlar doğrudan infazla sonuçlandı. Sadece ordu mensupları değil, gazeteciler, akademisyenler, iş insanları da hedefteydi. İran'ın eğitimli ve kurumsal hafızaya sahip kadroları ya idam edildi ya da ülkeyi terk etti; Modern İran, devrimin ilk yıllarında kendi beyin gücünü kaybetti. Baskı yalnızca eski rejim artıklarıyla sınırlı kalmadı; sıra devrimin içindeki muhaliflere geldi. Sol gruplar, liberal aydınlar, anayasal düzen isteyen İslamcılar hepsi sırayla tasfiye edildi. En ağır saldırılar, hem Şah'a hem de Humeyni'ye karşı olan ve halk içinde de güçlü bir desteğe sahip Halkın Mücahitleri örgütü gibi İslamcı sosyalist yapılara yöneldi. 1981'den sonra örgüt tamamen yeraltına itildi; üyeleri ya ülkeyi terk etti, ya cezaevlerinde işkence gördü ya da infaz edildi. Kadınlar, öğrenciler ve öğretmenler, rejimin gözünde devrimci değil, artık karşı devrimciydi. Rejimin baskısından sadece siyasi muhalefet değil, dini ve etnik azınlıklar da derin şekilde etkilendi. Bahailer açıkça "sapkın mezhep" ilan edildi; mezar taşları kırıldı, ibadet yerleri kapatıldı, toplumdaki liderleri tutuklandı, bazıları ortadan kayboldu. Anayasada Hristiyanlara, Yahudilere ve Zerdüştlere sınırlı haklar tanındı, ancak azınlıklara ait okullar sadece İslami müfredata uydukları sürece açık kalabildi. Toplumun gözünde bu gruplar sürekli dış güçlerle bağlantılı olmakla itham edildi. Sonuç olarak 1980'lerin başında binlerce Hristiyan ve Yahudi İran'ı terk etti. Merkeziyetçi ve Şii temelli rejim yapısı, ülkenin etnik çeşitliliğine kapalıydı. Kürt bölgelerinde ayaklanmalar başladı, özerklik talepleri ordu tarafından bastırıldı, binlerce insan hayatını kaybetti. Beluçlar ve Türkmenler de benzer şekilde baskı altına alındı; bu artık yalnızca bir güvenlik politikası değil, bir kültürel asimilasyon stratejisiydi. Humeyni'nin yanında başlayan bazı din adamları da rejimin bu derece merkezileşmesine karşı çıktılar; Şura geleneğini yani kolektif hakkı savundular, bireysel otoritenin mutlaklaştırılmasına karşı uyarılarda bulundular. Ancak bu sesler de susturuldu; bazıları ev hapsine alındı, bazıları İslam dışı görüşler yaymakla suçlandı. 1984'e gelindiğinde devrim sürecinin içinden gelen birçok isim siyasetten tamamen silinmişti ve böylece İslam Cumhuriyeti, yalnızca Şah rejimini değil, onun karşısında yer alan her alternatifi de birer birer ortadan kaldırdı. Devlet artık bir inancın değil, tek bir iradenin mutlak ifadesine dönüşüyordu.
Devrimin ilk yıllarında yaşanan büyük siyasi dönüşümlerin gölgesinde, daha sessiz ve derin bir başka dönüşüm daha yaşanıyordu: Ekonomik yapı çözülüyor, özel sektör tasfiye ediliyordu. 1970'lerde İran, petrol gelirlerine dayalı Batı'yla entegre bir ekonomik model izliyordu. Şah rejimi modern sanayi bölgeleri kurmuş, özel girişimi teşvik etmiş, dış ticareti serbestleştirmişti. Bu model eşitsizliklere sebep olmuştu ama aynı zamanda eğitimli bir orta sınıf, teknokrat kadrolar, şehirli tüketici profili yaratmıştı. İslam Cumhuriyeti ise bu mirasa düşmandı. 1979'dan itibaren ekonomideki tüm stratejik alanlar hızla devletin eline geçmeye başladı. Bankalar, sigorta şirketleri, büyük sanayi kuruluşları ve dış ticaret kanalları kamulaştırıldı. Bu süreç planlı bir sosyalist dönüşüm değil, ani, tepkisel ve düzensiz bir el koyma hareketiydi. Eski rejime yakın olduğu düşünülen iş insanlarının mallarına el konuldu, mahkeme kararı olmadan mülkler devrim komiteleri tarafından dağıtıldı. Sonuç yatırım durdu, üretim azaldı, özel teşebbüs korkuya kapıldı. Bu süreçte binlerce girişimci, iş insanı ve yatırımcı ülkeyi terk etti. Ancak yalnızca sermaye değil, insan gücü de kaçıyordu; üniversite hocaları, teknokratlar, mühendisler ve doktorlar ya devrim düşmanı ilan edildiler ya da ideolojik sadakat gerekçesiyle sistem dışına itildiler. İran modern tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir beyin göçü yaşadı. Bu sırada Batı ülkeleri ile ilişkiler de tamamen koptu. Özellikle ABD, İran'ın petrol ticaretine, bankacılık sistemine ve teknoloji ithalatına ağır ambargolar uyguladı ve İran küresel ekonomiden adım adım izole ediliyordu. Petrol ülkenin neredeyse tek döviz kaynağıydı ancak üretim de ihracat da düştü. 1976'da günlük 6 milyon varil olan petrol üretimi 1981'de 1,5 milyon varile kadar geriledi. Bu yalnızca bir gelir kaybı değil, aynı zamanda yüksek enflasyon, ithalat kıtlığı ve bütçe açıkları demekti. Rejim bu kriz karşısında iki yönlü bir strateji izledi. Bir yandan devlet yatırımlarını kırsal bölgelere kaydırdı, köylere yollar, sağlık ocakları ve okullar götürdü; bu, kırsal kesimde rejime olan bağlılığı artırdı. Öte yandan şehirli nüfus yoksullaştı, orta sınıf daraldı, tüketim mallarına erişim azaldı. Sabit gelirliler sessiz bir fakirleşmenin içine itildi. Ayrıca muhalefet edecek bir sendika, bir basın, bir sivil örgüt yoktu ve halk yalnızca ekonomik değil, sosyopsikolojik bir kapanma yaşadı. 1988'e gelindiğinde İran hala devrim öncesi refah seviyesine ulaşamamıştı. Kişi başına düşen gelir olması gerekenin %40 altındaydı, işsizlik yaygındı, gelir dağılımı bozulmuştu. Ama rejim için bu bir kriz değil, bir sınavdı; ekonomi bozulabilirdi, yeter ki ideoloji sağlam kalsındı. İslam Cumhuriyeti ekonomik verimliliği değil, ideolojik sadakati tercih etti.
22 Eylül 1980'de Saddam Hüseyin komutasındaki Irak ordusu İran sınırını geçti; aynı anda hava kuvvetleri İran'ın beş büyük havaalanını bombaladı. Savaş başlamıştı ve kimse bu savaşın 8 yıl süreceğini ve yüz binlerce insanın hayatına mal olacağını bilmiyordu. Saddam'ın iki temel hedefi vardı: Birincisi, Şattül Arap Su yolu'nun egemenliği; ikincisi ise İran'daki devrimin Irak'a sıçramasını engellemek. Humeyni'nin mezhebi ve ideolojisi, özellikle Irak'ın güneyindeki Şii Araplar arasında karşılık buluyordu ve Bağdat yönetimi bunu yalnızca ideolojik değil, iç güvenlik tehdidi olarak görüyordu. Ayrıca İran, devrim sonrasında orduda yaşanan tasfiyeler ve görevden alınan subaylar nedeniyle zayıf görünüyordu; yani iç yapı karışıktı. Saddam birkaç haftada bitecek bir zafer hayal etti, ama öyle olmadı. Savaşın ilk aylarında Irak hızlı ilerledi. Ancak İran halkı, mezhep, ideoloji ve millet farkı gözetmeden cepheye koştu. Humeyni savaşı bir cihat olarak tanımladı. Devrim muhafızları, Besic gönüllüleri, medrese öğrencileri, işçiler, köylüler; on binlerce genç yetersiz donanımla ama fanatik bir bağlılıkla cepheye sürüldü. Bazıları elinde yalnızca Kur'an'la mayın tarlalarına gönderildi. 1982'ye gelindiğinde İran, işgal edilen toprakların çoğunu geri almıştı. Saddam ateşkes teklif etti ama Humeyni reddetti, çünkü savaş artık sadece bir savunma savaşı değil, devrimin ihracını amaçlayan ideolojik bir hamleye dönüşmüştü. 1984'ten itibaren Irak, savaşın seyrini değiştirmek için kimyasal silah kullanmaya başladı. İran şehirleri, köyleri, cephe hattı; hardal gazı, sinir gazları ile bombalandı. Binlerce sivil, çocuklar, yaşlılar, kadınlar zehirlendi ama dünya sessizdi. Çünkü Batı bu savaşta Irak'ın yanındaydı; ABD, İngiltere, Fransa, Sovyetler hepsi Saddam'ı destekledi ve Humeyni'nin İran'ı uluslararası sistemde yalnız bir devrim ülkesi olarak yapayalnız bırakıldı. 1986'da bir skandal patladı: ABD görünüşte Irak'ı destekliyordu ama aynı zamanda İran'a gizlice silah satıyordu. Bu, Soğuk Savaş döneminin en çarpıcı etik çöküşlerinden biriydi. 1988'e gelindiğinde İran-Irak Savaşı'nda İran halkı artık tükenmişti. Yüz binlerce ölü, milyonlarca sakat, harabeye dönen şehirler, çöken ekonomi, giderek artan yoksulluk; halk büyük bir travmayla baş başa kalmıştı. Cephede savaşan çocukların fotoğrafları propaganda afişlerine dönüşmüş, şehitlik yalnızca bir ölüm biçimi değil, yeni rejimin kutsal dili haline gelmişti. İslam Cumhuriyeti için bu savaş yalnızca bir güvenlik sorunu değil, aynı zamanda meşruiyet üretme aracıydı. Muhalefet bastırıldı, halk seferber edildi, devrim kutsal bir mücadeleye dönüştürüldü, liderlik tartışmaları ertelendi ve sonuçta rejim içeride iktidarını sağlamlaştırdı. Ama rejim için bu dönem bir rahatlama değil, son temizlik zamanıydı.
Temmuz 1988'de İran genelindeki cezaevlerinde ani bir hareketlilik başladı. Haber verilmeden mahkumlar sorgu odalarına çağrıldı. Sorgulayanlar resmi bir mahkeme heyeti değil, özel olarak görevlendirilmiş kişilerdi. Bu yapılara sonradan halk arasında "Ölüm Komiteleri" adı verildi. Sorular basitti: "Hala örgütünü destekliyor musun?", "Humeyni'yi tanıyor musun?", "İslam Cumhuriyeti'ni meşru buluyor musun?". Cevap "Hayır" ise birkaç dakika içinde infaz emri veriliyordu. İdam edilenlerin çoğu yıllar öncesinden yargılanmış, cezaevinde halihazırda cezasını çekmekte olan kişilerdi. Kadınlar, erkekler, öğrenciler, öğretmenler, özellikle Halkın Mücahitleri örgütü ile geçmişte bağ kuranlar hedefteydi. Birçoğunun ailelerine bile haber verilmedi; mezarlıklarda mezar taşı bile yoktu, tören de yoktu. Ama yine yasak vardı; mezarlıkları ziyarete gidenler bile gözaltına alındı. İnsan hakları örgütleri bu süreci, İran tarihinin en büyük yargısız infaz dalgası olarak tanımladı. Tahminlere göre birkaç hafta içinde binlerce kişi idam edildi ama sayılar net değil, çünkü ne devlet arşivinde ne de mahkemelerde bu sürece dair şeffaf belgeler bulunuyordu. Dünya kamuoyu büyük ölçüde sessizdi, çünkü savaştan yeni çıkmış bir ülkede istikrar öncelikli görülüyordu. 1989'un başında İran, bu kez içeri değil dışarı dönük bir hamleyle gündeme geldi. Salman Rüşdi adlı İngiliz yazar "Şeytan Ayetleri" adlı bir roman yayınladı. Roman, İslam peygamberi hakkında hicivli ifadeler içeriyordu ve dünyanın pek çok yerinde Müslüman topluluklar ayağa kalktı. Tahran'da durum çok daha farklıydı. 14 Şubat 1989'da Ayetullah Humeyni dünya kamuoyunu sarsan bir açıklama yaptı ve fetva verdi: "Bu adam ve kitabın yayınından haberdar olan herkes nerede bulunursa bulunsun öldürülmelidir". Bu fetva, modern dünya tarihinde eşi benzeri olmayan bir şeydi. Bir devlet lideri, başka bir ülkenin vatandaşını öldürmek için çağrı yapıyordu. Bu çağrı sadece İranlıları değil, tüm Müslümanları kapsıyordu ve ölüm tehdidi devlet politikası haline getirilmişti. Rüşdi İngiltere'de gizli bir koruma programına alındı, yayıncılar tehdit edildi, kitap satışı yasaklandı. Bazı çevirmenler ve yayıncılar saldırıya uğradı, biri öldürüldü. Bu olay, İran İslam Cumhuriyeti'nin sadece devlet gibi değil, doktrin gibi, tehdit gibi hareket etmeye başladığını gösterdi. Ve böylece Humeyni rejimi bir anda içeride toplumsal muhalefeti infazlarla, öte yanda dışarıda fikir özgürlüğünü fetvalarla susturuyordu. Bu iki olay (1988 infazları ve 1989 fetvası) rejimin içeride ve dışarıda kurduğu korku düzeninin simgesi haline geldi.
3 Haziran 1989 gecesi, İran Devlet Televizyonu gece yarısına doğru ekranını kararttı. Ardından yalnızca tek bir cümle duyurdu: "İmam Humeyni Hakka yürüdü". İslam Cumhuriyeti'nin kurucusu artık yoktu. 20. yüzyıl Ortadoğu'sunun en tartışmalı figürü Ruhullah Musevi Humeyni, kalp yetmezliği nedeniyle 86 yaşında hayata gözlerini yummuştu. Aslında bir süredir hasta olduğu biliniyordu ama kesin bilgiler halka açıklanmıyordu. Ölümü hem İran içinde hem de dünyada şiddetli bir sarsıntı yarattı, çünkü o sadece bir lider değildi, rejimin ta kendisiydi. İslam Cumhuriyeti denince akla gelen ilk isimdi ve şimdi rejim, ilk kez onun yokluğuyla baş başa kalmıştı. Cenazesi Tahran'da düzenlenen törenle defnedildi, ancak bu tören tarihte eşi benzeri görülmemiş bir kalabalığa sahne oldu. Resmi rakamlara göre yaklaşık 10 milyon insan, yani ülke nüfusunun altıda biri, onu uğurlamak için sokaklara döküldü. İnsanlar tabuta dokunmak için birbirini ezdi, tabut yere düştü ve tören birkaç kez kesintiye uğradı. Sonunda çelik bir tabut içinde ağır güvenlik önlemleriyle tekrar kaldırıldı ve toprağa verildi. Bu cenaze yalnızca bir ölüm töreni değildi; bu bir rejimin sınavıydı, rejim ilk kez onsuz kalmayı deneyimleyecekti. Takip eden günlerde çok daha sessiz ama stratejik bir toplantı yapıldı: Uzmanlar Meclisi toplandı. Anayasaya göre yeni bir dini lider seçilmesi gerekiyordu. Adaylar arasında birkaç güçlü isim vardı ama içlerinden biri öne çıkarıldı: Humeyni'nin halk arasında çok da tanınmayan yardımcısı. Ne büyük bir dini otoriteydi ne de karizması Humeyni gibiydi. Ancak onun bir avantajı vardı: Humeyni'nin siyaseten önünü açmış olması. Henüz birkaç hafta önce yapılan anayasa değişikliğiyle mutlak dini merci şartı yumuşatılmıştı; artık lider olmak için yetkin din adamı olmak yeterliydi. Ve böylelikle Humeyni'nin yerine geçecek olan isim belli olmuştu: Ali Hamenei, İran İslam Cumhuriyeti'nin ikinci rehberi. Humeyni'nin ölümü bir liderin kaybından fazlasıydı; bu bir dönemin kapanışıydı. Ama ardında sadece bir tabut değil, devletleşmiş bir ideoloji bırakmıştı. Böylece İran, bir liderin karizmasıyla değil, Velayet-i Fakih ilkesi etrafında kurumsallaşmış bir korku ve itaat düzeniyle yoluna devam edecekti. Bu detaylı habere ve daha fazlasına ulaşmak için https://www.avazturk.com adresini ziyaret edebilirsiniz. İmamın devleti halkın ülkesi olabilecek miydi, bu sorunun cevabı ise yeni bir dönemin ve Ayetullah Hamenei'nin gölgesinde inşa edeceği rejimin hikayesiyle açıklığa kavuşacaktır.