Kanlı Noel'de Sarayların Perişan Diktatörünün Tüyler Ürperten Sonu!

Kanlı Noel'de Sarayların Perişan Diktatörünün Tüyler Ürperten Sonu!

Romanya'yı açlığa mahkum eden, lüks saraylarda yaşayan Nikolay Çavuşesku'nun iktidara yükselişi, korkunç yönetimi ve kan donduran düşüşünün tüm detayları bu makalede tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor.

Romanya'nın 1100 odalı devasa bir sarayda, altın musluklar, kristal avizeler ve ipek perdeler içinde yaşayan, ancak halkını açlık ve sefaletle baş başa bırakan bir liderin, Nikolay Çavuşesku'nun akıl almaz yükselişini ve dehşet verici düşüşünü mercek altına alıyoruz. Sokak Kedisi YouTube kanalının aktardığına göre, kendi kendini halkın kurtarıcısı sanan bu ismin tarihe yalnızca bir tiran olarak kazınışının çarpıcı öyküsü daha yeni başlıyor ve sizi her satırında heyecanla tutacak bu makalemiz devam ediyor. www.avazturk.com olarak bu derinlemesine araştırmanın, geçmişin karanlık sayfalarından bugüne ışık tutarak, okuyucularımız için bir ders niteliği taşımasını umuyoruz.

Nikolay Çavuşesku'nun yaşamı, 1918 yılında, Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesiyle Romanya'nın topraklarını genişlettiği ancak derinleşen sorunlarla boğuştuğu bir dönemde başladı. Tarımın çöktüğü, kentleşmenin durduğu ve gelir dağılımının aristokratlar lehine döndüğü bu çalkantılı zamanlarda, Old bölgesindeki Scornicești köyünde dünyaya gelen Çavuşesku, on çocuklu, elektriği ve suyu olmayan üç odalı basit bir köy evinde büyüdü. Babası Andrew Çavuşesku'nun üç hektar toprağı ve birkaç koyunuyla zar zor geçinmeye çalıştığı bu fakir köylü ailesi, Sokak Kedisi YouTube kanalının vurguladığı gibi, 'fakir bir köylü ailesi' ifadesinin klişe değil, bir gerçek olduğunu ortaya koyuyordu. Henüz 11 yaşındayken ablası Nikolina Rusescu'nun yanına Bükreş'e taşınan Nikolay, başkentte de hayatın zorluklarıyla yüzleşti; fabrikalarda çalıştı, ayakkabıcılık öğrendi ve bir kunduracının yanında çırak olarak işe başladı.

Hayatın ona hep arka kapılardan ilerlemeyi öğrettiğini belirten Sokak Kedisi YouTube kanalı, Çavuşesku'nun geçim sıkıntısı yüzünden küçük çaplı hırsızlıklara bile karıştığını aktarıyor. Bu sırada, hayatını değiştirecek bir isim olan Alexander Sandulescu ile tanıştı. O dönemde yasa dışı olan Romanya Komünist Partisi'nin aktif bir üyesi olan Sandulescu, Çavuşesku'yu sadece işçiliğe değil, politikaya da çekti. Siyasi eylemlere katılan Çavuşesku, 1933'te ilk kez hapse atıldı, ancak bu son olmayacaktı. 1934'te bir demiryolu grevi sırasında tekrar tutuklandığında, artık aktif bir propagandacı, komünist ve antifaşist olarak tanınıyordu. Mahkemede iki yıl hapis cezası alan Çavuşesku, bu süre zarfında hayatının kaderini belirleyecek insanlarla tanıştı. Romanya komünist hareketinin efsanevi lideri George Gheorghiu-Dej, cezaevinde kendi etrafında bir çekirdek kadro kurmuştu ve Çavuşesku, onun küçük kardeşi gibi yanında yer alıyordu, onu dinliyor ve ona hayranlık duyuyordu. Yıllar sonra bu cezaevi ilişkisi, Çavuşesku'ya devletin kapılarını sonuna kadar açacaktı.

2 Ağustos 1944'te Romanya'nın Nazi Almanya'sı ile olan ittifakı çöktüğünde ve General Ion Antonescu devrildiğinde, Sovyetler Birliği ile yeni bir iş süreci başlarken, Komünist Parti üzerindeki baskılar kalktı ve parti yeniden meşrulaştı. Sokak Kedisi YouTube kanalının belirttiğine göre, Çavuşesku için bu durum sadece cezaevinden kurtulmak değil, aynı zamanda hızlı bir yükselişin başlangıcıydı. Kısa sürede Komünist Gençlik Birliği'nin sekreterliğine getirildi. 1945 yılında, hayatında hiç askerlik yapmamış olan Çavuşesku, tuğgeneral rütbesiyle Silahlı Kuvvetler Yüksek Siyasi Müdürlüğü başkanlığına atandı. Bürokratik hiyerarşide bulunmadan, cephe görmeden, savaşmadan sadece siyasi sadakatle generalliğe terfi eden bir isim oldu. Aynı yıl merkez komitesine de girdi ve 1940'ların sonuna gelindiğinde, Komünist Partinin kalbinde yer almaya başlamıştı. 1947'de Romanya Komünist Partisi ile Sosyal Demokrat Parti'nin birleşmesiyle Romanya İşçi Partisi ortaya çıktı. 1950'de Savunma Bakan Yardımcılığı görevine getirildi ve dört yıl boyunca bu görevde kaldı. Yine cephe görmedi, savaşmadı, ancak ülkenin silahlı kuvvetlerini yöneten ikinci adamdı. 1954'e gelindiğinde, Nikolay Çavuşesku artık Romanya Komünist Partisi Merkez Komitesi sekreteriydi.

1950'lerin ortasına gelindiğinde, Çavuşesku yalnızca görev unvanlarında değil, gerçek güç dengelerinde de ikinci sıraya yükselmişti. Bir numara hala Gheorghiu-Dej'di, ancak aralarındaki ilişki sadece ast-üst ilişkisi değildi; Dej, Çavuşesku'ya özel bir güven duyuyordu. Hapishane yıllarından beri süren bu güven, Çavuşesku'nun en büyük sermayesiydi ve Çavuşesku bu güveni çok iyi kullandı. Parti içindeki kadroları denetlemek, yapıları yeniden şekillendirmek artık onun göreviydi. Ardından sıradaki alan gizli servislerdi; Politbüro içinde Çavuşesku, gizli servislerin başına geçmekle kalmadı, aynı zamanda onları yeniden yapılandırdı. Sistem içeriden Çavuşesku'ya bağlanmıştı, artık sadece rejim değil, rejimin içindeki aktörleri de kontrol eden adam oldu. 1954'te kritik bir iç tasfiyeye daha imza attı; eski Adalet Bakanı Patriş Canu vatana ihanetle suçlandı ve bu suçlamaları Dej'in talimatlarıyla destekleyen kişi Çavuşesku'ydu. O günlerde bastırılan her isyan ve yok edilen her muhalif, onun onayıyla gerçekleşiyordu. 1956'da Çavuşesku, korgeneral rütbesiyle tekrar ordu görevine döndü ve Silahlı Kuvvetler Yüksek Siyasi Müdürlüğü'nün başkanı oldu.

1957'ye gelindiğinde, Çavuşesku Romanya Komünist Partisi'nin üst kadrosunda vazgeçilmez bir isimdi. Aynı yıl bir Rumen delegasyonuyla Moskova'ya giderken uçak kazasından kılpayı kurtuldu. Nisan 1964'te Sovyetler Birliği ile Romanya Komünist Partisi arasındaki ilişkiler sarsılmıştı. Dej liderliğindeki merkez komitesi, Sovyet-Çin bölünmesi üzerine Romanya'nın konumunu belirleyen kapsamlı bir açıklama yayınladı. Bu açıklama, Çavuşesku'nun da içinde bulunduğu çekirdek bir ekip tarafından hazırlanmıştı ve açıkça Sovyet çizgisine mesafe koyan bu tutum, Romanya'nın bağımsız sosyalizm yönünde adım atacağının işaretiydi. Çavuşesku bu dönemde Moskova'ya birçok ziyaret gerçekleştirdi, Sovyetlerin yapısını, yöntemlerini ve liderlerini yakından gözlemledi. Ancak bu gözlemler bir sadakat yaratmadı, aksine bir mesafe doğurdu. 1965'te, Dej'in kanserden hayatını kaybetmesiyle büyük kırılma yaşandı. Parti içindeki güç dengeleri bir anda altüst oldu, çünkü Dej belirgin bir halef bırakmamıştı, bu da liderlik koltuğunun boş kalması anlamına geliyordu. Bu durum, Çavuşesku için tarihi bir fırsattı.

Yeni lider arayışı kısa süreli ama yoğun bir mücadeleye sahne oldu. Başbakan Maurer, Başbakan yardımcısı Apostol ve eski Başbakan Stoyka öne çıkan isimlerdi. İlk tercih Apostol olmuştu, ancak parti içinde oluşacak bir bölünmeyi engellemek isteyen Maurer, dengeleri gözeten ortak bir aday önerdi: Nikolay Çavuşesku. Parti içindeki fraksiyonlar bir noktada buluştu ve 22 Mart 1965'te, henüz 47 yaşındaki Çavuşesku, Romanya Komünist Partisi Merkez Komitesi'nin oy birliği ile birinci sekreteri seçildi. Siyasi rakipleri etkisizleştirilmişti, ancak Çavuşesku işi burada bırakmadı; aynı kongrede parti içindeki kilit görevlere kendi adaylarını yerleştirdi ve Politbüro yeniden şekillendirildi. Bu kadrolar, sonraki yıllarda rejimin temel direkleri olacaktı. Artık devletin bütün kontrol mekanizmaları tek bir merkeze bağlanmıştı. Sokak Kedisi YouTube kanalının aktardığına göre, bu kongre sadece yeni bir liderin doğuşunu değil, aynı zamanda eski rejimden kopuşun ve yeni bir Rumen sosyalizminin ilanını simgeliyordu.

Ağustos 1965'te, Çavuşesku'nun önerisiyle ülkenin resmi adı değiştirildi; Romanya Halk Cumhuriyeti ismi tarihe gömüldü ve yeni isim Romanya Sosyalist Cumhuriyeti oldu. Aralık 1967'de Çavuşesku, sadece Komünist Partinin lideri değil, devletin en üst makamına da yerleşmişti; Devlet Konseyi Başkanlığı'na getirildi. Bu makamla birlikte hem en yüksek parti yetkisi hem de en yüksek yürütme yetkisi onun elindeydi. Bu durum, Romanya'da bütün devlet gücünün tek bir elde toplanması anlamına geliyordu; artık meclis de, hükümet de, parti de onun onayı olmadan adım atamazdı. Bu konsolidasyon, Çavuşesku'nun hem iç hem de dış politikada elini güçlendirdi. Ülkede bir yandan gelişmiş sosyalist devlet söylemiyle kalkınma vurgusu yapılırken, diğer yandan da Romanya'nın Sovyetler Birliği'ne bağımlılığı sınırlanıyordu. İçeride halk onun bağımsız dış politika açıklamalarından etkilenmişti; ulusal servetin halkın malı olduğuna dair yaptığı vurgu, halkın kulağında milli bir duruş gibi yankılandı.

1969 yılında düzenlenen Komünist Parti 10. kongresinde parti tüzüğünde bir değişiklik yapıldı. Artık genel sekreter merkez komite tarafından değil, doğrudan parti kongresi tarafından seçilecekti. Bu kritik detay, Çavuşesku'nun kontrolünü daha da artırdı, çünkü parti kongresindeki çoğunluk tamamen onun oluşturduğu delegasyonlardan ibaretti. Politbüro'nun üçte ikisi doğrudan onun atadığı isimlerden oluşuyordu. Aynı yıl Moskova'da düzenlenen Komünist ve İşçi Partileri Konferansında Romanya delegasyonuna Çavuşesku başkanlık etti. Dışarıdan bakıldığında Sovyetlerin yanında gözükse de, içeride işler çok farklıydı. Sokaklar Sovyet liderlerinin övgü dolu afişleriyle donatılmıştı, ancak perde arkasında Çavuşesku, Sovyet çizgisine meydan okuyor, onları imalı yolla net bir biçimde eleştiriyordu. Bu ikili oynayan pozisyon, bir yönüyle politik bir denge oyunu, diğer yönüyle ise yeni bir kişilik kültünün habercisiydi. Çünkü Çavuşesku, sadece Sovyetlerden bağımsız olmakla yetinmiyor, aynı zamanda kendi mutlak otoritesini inşa ediyordu.

1960'ların sonları ve 1970'lerin başları, Romanya'da Çavuşesku'nun mutlak iktidarının görünür hale geldiği dönemlerdi. Sadece halkın değil, parti içindeki tüm rakiplerinin de kaderi onun iki dudağının arasındaydı. Çavuşesku'nun uzun süredir siyasi rakibi olan Stoyka, 1976'da silahla vurulmuş halde ölü bulundu; resmi açıklamaya göre intihar etmişti, ancak o yılların Romanya'sında böyle bir intiharın ne kadar gerçekçi olduğu tartışmalıydı. Bu süreçte Çavuşesku, Varşova Paktı ve Komekon gibi Sovyet merkezli ittifaklara katılımını sembolik düzeyde tutmaya devam etti. Romanya kağıt üzerinde Sovyet blokunun bir parçasıydı, ama gerçeklik çok daha farklıydı. Sokak Kedisi YouTube kanalının aktardığına göre, Çekoslovakya'daki reform hareketi Prag Baharı Sovyet tanklarıyla ezilirken, Çavuşesku tüm dünyaya meydan okuyarak kendi ordusunu bu işgale göndermeyi reddetti. Bu hamle ona Batı dünyasında beklenmedik bir prestij kazandırdı. Romanya'da bu açıklama televizyonlardan, meydanlardan, gazetelerden yayınlandı ve insanlar Çavuşesku'yu ayakta alkışladı, çünkü o Varşova Paktı içinde Sovyetlere hayır diyebilen tek liderdi. Ancak içeriye dönüldüğünde durum bambaşkaydı. Romanya halkı giderek daha büyük bir baskıyla yaşıyordu. Parti içinde yükselen en ufak bir muhalefet ya görevden alınıyor, ya sürgüne gönderiliyor ya da istifaya zorlanıyordu; yumuşak geçiş diye bir şey yoktu, uyum göstermeyen tasfiye ediliyordu.

Çavuşesku, devletin bütün organlarını kendi iktidarını perçinleyecek şekilde yapılandırdı. 1969'da Danıştay Başkanlığı, Parti Genel Sekreterliği ve Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi Başkanlığı'nı da üzerine aldı. Artık o yalnızca başkomutan değil, aynı zamanda devletin her alanındaki nihai karar vericisiydi. 28 Mart 1974'te Romanya anayasası yeniden değiştirildi; kolektif yürütme organı olan Danıştay'ın yetkileri tek bir kişiye devredildi, yani Cumhurbaşkanı'na. Aynı gün Çavuşesku cumhurbaşkanı olarak seçildi. Artık yalnızca fiilen değil, hukuken de mutlak liderdi; seçimle gelen değil, sistemin kendi eliyle kendini seçtiği bir diktatördü. Bu da başlangıçtı.

1970'lerin başı, Çavuşesku'nun iç politikada çizdiği yönün değiştiği dönemdi. Başlangıçta kısmen liberal görünen tavrı hızla totaliter bir sisteme dönüştü. Bu dönüşümün ilhamı Uzak Doğu'dan geldi. 1971 yılında Çin, Vietnam, Moğolistan ve özellikle Kuzey Kore'yi kapsayan bir Asya turuna çıktı. Bu gezi Romanya'da yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Kim Il-sung'un Kuzey Kore'sinde gördüğü mutlak lider kültü, Çavuşesku'nun zihninde bir şablon haline geldi. Bu gezinin hemen ardından 6 Temmuz 1971'de Romanya Komünist Partisi Politbüro toplantısında bir dizi politika önerisi sundu. Bu öneriler tarihe Temmuz Tezleri olarak geçecekti. Tezler 17 maddeden oluşuyordu ve özünde parti kontrolünün toplumun tüm damarlarına nüfuz etmesini hedefliyordu. Okullarda, üniversitelerde ve çocuk-gençlik örgütlerinde siyasi ve ideolojik eğitim artırılmalıydı. Propaganda faaliyetleri genişletilmeli, bale ve hatta sanat eserleri devrimci bir çerçeveye çekilmeliydi. Gençler, yurtseverliğin bir göstergesi olarak dev altyapı projelerinde çalışmaya yönlendirilmeliydi. Sanat artık devrime hizmet etmeli, bireysel yaratıcılığın yerini parti çizgisi almalıydı. Ve en önemlisi, Çavuşesku'nun kendisi artık sadece bir devlet başkanı değil, bir ideolojik önder, bilge lider olarak anılmalıydı. Kuzey Kore'de gördüğü kişilik kültünün birebir taklidi başlatıldı.

Medya, resmi literatür ve kamu alanları Çavuşesku'nun portreleriyle doldu. Her konuşması kitaplaştırıldı, her ziyaret mitingleştirildi, her hareketi tarihi bir olay gibi sunuldu. Ama o sadece medyada değil, bilimin içinde de olmak istiyordu. Romanya Bilimler Akademisi, doğrudan Çavuşesku'nun yönlendirmesiyle, Rumenlerin eski Romalıların doğrudan torunları olduğunu kanıtlayan araştırmalar yayınladı. Bu iddiaya göre, Rumen dili Latinceye en yakın dildi ve Rumen halkı kültürel olarak Avrupa'nın en soylu mirasçısıydı. Yani mitoloji, tarih ve bilim artık sadece devlet propagandasının değil, Çavuşesku'nun kişisel mitinin taşıyıcı kolonları haline gelmişti.

Ancak onun en takıntılı olduğu konu başka bir alandaydı: nüfus artışı. Çocukluğunu yoksulluk içinde, kalabalık bir ailede geçirmişti. 10 çocuklu bir hanede büyümüştü. Kendi geçmişinden yola çıkarak bütün ülkeyi de böyle görüyordu: fakir ama çok çocuklu. Ve şimdi milyonların babası olmak istiyordu. Gerçek anlamda Çavuşesku, nüfusu 19 milyondan 25 milyona çıkarmayı hedefleyen bir nüfus mühendisliği programı başlattı. 1977 tarihli 770 sayılı kararname ile kürtaj ve tüm doğum kontrol yöntemleri yasaklandı. Beşten az çocuğu olan kadınlara doğum kontrol hapı verilmedi. Ebeveyn olmak istemeyen çiftler cezalandırılıyor, çocuksuz ailelere ek vergiler getiriliyordu. Hamile kadınlar için izleme sistemi kuruldu, boşanma süreçleri karmaşıklaştırıldı. Toplumun nüfusla güçleneceği propagandasıyla tüm kadınlar sistematik olarak denetim altına alındı. Ancak Sokak Kedisi YouTube kanalının altını çizdiği gibi, bu zorlamalar bir nesli felakete sürükleyecekti.

Çavuşesku'nun 1977'de çıkardığı 770 sayılı kararname, yalnızca bir sağlık politikası değildi; bu, milyonlarca insanın bedenine, hayatına ve geleceğine devlet eliyle yapılan bir müdahaleydi. Kürtaj yasaktı, doğum kontrol yöntemleri yasaktı, çocuksuz aileler cezalandırılıyordu. Ama gerçek yaşam bu tür politikaları kaldıramıyordu. Ekonomi çöküyordu, gıda karneyle dağıtılıyordu; ekmek, un, yağ, elektrik yoktu; hastaneler ilaçsızdı, ısıtma sistemleri çökmüştü. İnsanlar hayatta kalmakta bile zorlanıyordu ve şimdi bu koşullarda istenmeyen yüz binlerce bebek doğuyordu. Kadınlar çaresizlik içinde yasa dışı, merdiven altı kürtajcılara yöneldi. Ameliyatsız koşullarda, hijyensiz ortamlarda, sistem dışı müdahalelerle birçok kadın hayatını kaybetti, birçok kadın sakat kaldı. Ama asıl trajedi yeni doğan çocuklar içindi. Devlet, artan doğumlara karşılık yetimhanelerin sayısını çoğaltmaya başladı. Terk edilen bebekler, sayısı giderek artan bu kurumlara kapatıldı ve orada, o yetimhanelerde insanlık suçları işlendi.

Yetimhaneler karanlık, ıssız ve ölümcül yerlerdi. Çocuklar yiyecek bulamıyor, ilaç alamıyor, yataklarında kendi pislikleri içinde uyuyorlardı. Çoğu zaman çarşafları değiştirilmiyor, temizlik sadece haftada bir gün yapılıyordu. O günlerde de çocuklar ya çıplak bırakılıyor ya da ıslak kıyafetlerini yeniden giymek zorunda kalıyorlardı. Bu koşullarda 1980'lerin sonunda ülke genelinde yüzlerce çocuğa HIV virüsü bulaştı. Stefan Nikola Viroloji Enstitüsü'ne göre, Aralık 1990 itibarıyla ülkedeki 1168 AIDS vakasının %99'u 4 yaş altı çocuklardı ve bunların %62'si kamu kurumlarında yaşayan terk edilmiş çocuklardı. Test edilmemiş kan nakilleri, sterilize edilmemiş iğneler, kapatılan çocuklar, suskun doktorlar… Bütün sistem görmezden gelmek üzerine kurulmuştu ve devlet bu sessizliği sürdürmek için her yola başvuruyordu. Resmi çizgi şöyleydi: "Romanya'da mükemmel bir sağlık sistemi vardır," ama gerçekler duvarların arkasında çürüyordu. Yetimhanelerde çalışan doktorların telefonları dinleniyor, konuştukları kişiler tespit ediliyor, kurumlara Sekuritate ajanları yerleştiriliyordu.

Romanya'da Çavuşesku rejimini anlamak için onun en sadık yardımcısını da anlamak gerekir: Sekuritate. Sokak Kedisi YouTube kanalının vurguladığı gibi, Sekuritate yalnızca bir gizli servis değildi; gözetim rejiminin omurgası, halkın düşüncelerini denetleyen bir zihin polisi ve sistemin tehdit olarak gördüğü her bireyi susturan bir korku aygıtıydı. 30 Ağustos 1948'de, Dünya Savaşı'nın ardından Sovyetlerin desteğiyle Romanya'da komünist parti tam anlamıyla iktidarı ele geçirmişti. Yeni rejimin ihtiyaç duyduğu en önemli araç mutlak kontroldü. Sovyet modelinden esinlenerek Devlet Güvenlik Genel Müdürlüğü adıyla kurulan Sekuritate'nin kurucu kadrosu doğrudan Sovyet danışmanların denetimindeydi. Eğitim, yöntem ve ideolojik çerçeve Moskova'dan ithal edilmişti. Temel amacı, her türlü rejim muhalefetini bastırmak, halkın düşünce ve davranışlarını denetlemek, muhbir ağıyla toplumun tüm hücrelerine sızmak, potansiyel tehdit olarak görülen herkesi yıldırmak ya da ortadan kaldırmaktı. İlk yıllarda özellikle eski kraliyet yanlıları, antikomünist partizanlar, köylü liderleri, dini cemaatler ve Batı yanlısı aydınlar hedef alındı. Binlerce kişi tutuklandı, işkenceden geçirildi ya da çalışma kamplarına gönderildi. Dahili güvenlik, yabancı istihbarat, askeri karşı casusluk gibi birimler kuruldu. Çavuşesku, 1965'te iktidara geldiğinde bu kurumu hem daha da büyüttü hem de kişisel kontrolüne aldı. Tahminlere göre, 1980'lerde 11.000 profesyonel personel ve yaklaşık 700.000 muhbir aktif olarak görev yapıyordu; yani her 20 Romanyalıdan biri bir şekilde Sekuritate'ye bilgi taşıyordu. Komşunuz, doktorunuz, öğretmeniniz, belki eşiniz bile.

1970'li yılların ortasından itibaren Romanya artık yalnızca bir otoriter liderin yönettiği bir ülke değil, bir aile hanedanı haline gelmişti. Çavuşesku'nun rejimi, bir Komünist Partisi görünümü altında işleyen bir aile şirketi gibiydi. Her şey 1972'de başladı; Çavuşesku eşi Elena'yı Romanya Komünist Partisi'nin merkez komitesine taşıdı. Siyaset sahnesine önce sessiz, sonra despot bir figür olarak giriş yaptı. Ardından 1980 yılında resmen Başbakan Yardımcısı oldu. Bu, Romanya tarihinde hiçbir siyasi deneyimi olmayan bir kişinin bir gecede yürütmenin tepe noktasına yükselmesi demekti. Üstelik halk arasında bilim insanı olarak pazarlanıyor, çeşitli üniversitelerden onursal doktoralar alıyor, kimya alanında hiçbir akademik geçmişi olmamasına rağmen dahi bilim kadını olarak lanse ediliyordu. Ama o bir bilim insanı değildi, o Çavuşesku hanedanının eş yöneticisiydi. Sokak Kedisi YouTube kanalının ortaya koyduğu gibi, Elena ilkokul mezunuydu ve laboratuvarda çalışan bir temizlikçiydi. Devlet eliyle yaratılmış bu kurmaca kariyer sayesinde Bilim Akademisi Başkan Yardımcısı oldu, 25'ten fazla fahri doktora verildi, 40'tan fazla uluslararası kurumun onursal üyesi ilan edildi. Bilimsel makaleleri zorla çalıştırılan akademisyenler tarafından yazıldı, kimya projelerine Elena'nın izni olmadan başlanamıyordu. Bilim, bir otoriter efsanenin vitrini haline getirilmişti.

Çavuşesku rejimi yalnızca tek adam rejimi değil, aile kontrolüne dayalı bir kleptokrasi sistemiydi. Çavuşesku'nun abisi Marin, Viyana'daki Romanya Dış Ticaret temsilciliğinin başındaydı; devletin yurt dışı gelir akışının kontrolü ondaydı ve Avusturya bakanları üzerinden milyonlarca dolarlık yolsuzluk ağı kurduğu belgelenmişti. Kardeşi Ilie, Bakan Yardımcısıydı; askeri bütçelerin, silah anlaşmalarının ve propaganda faaliyetlerinin başında yer aldı. Dakya kökenli üstün Rumen halkı teorisini uydurarak rejimin tarihsel efsanelerini inşa etti. Kuzeni Andruta, Sekuritate'de albay rütbesine kadar yükseldi, iç istihbaratta ailenin sadık gözü olarak biliniyordu. Oğlu Valentin fizik alanında akademik kariyere sahipti, ama hiçbir liyakat olmaksızın önemli kurumlara atanarak akademik görünürlük perdesiyle yüceltildi. Kızı Zoya matematikçiydi, ancak akademideki unvanları ve ödülleri devletin zorlamasıyla verilmişti. Çalıştığı kurum, Çavuşesku adına yayınlar yapan bir propaganda merkezine dönüşmüştü. Çavuşesku ailesine bağlı kurumlar, şirketler, holdingler hepsi kamu kaynaklarıyla destekleniyor, ihaleler sadece güvenilir kişiler arasında dağıtılıyordu. Devlet fabrikalarının hammaddeleri doğrudan aileye ait şirketlerden satın alınıyor, ihracat lisansları ve yurt dışı ofisler aile bireylerinin kontrolündeydi. Gıda, ilaç, akaryakıt gibi kritik sektörlerin gelirleri Sekuritate aracılığıyla aile hesaplarına aktarılıyordu. Pek çok devlet müteahhidi doğrudan Çavuşesku ailesine bağış yapmak zorundaydı. Bu yapı sadece bir hırsızlık değil, devletin genetik yapısının yozlaştırılmasıydı.

1978 yılında, Ion Mihai Pacepa'nın görevi, Çavuşesku'nun dış istihbarattan sorumlu en üst düzey yöneticisiydi. Pacepa, Batı Almanya'da çıktığı bir görev seyahatinde CIA'ya iltica etti. Bu kaçış, Romanya rejimi için sadece bir skandal değil, bir güvenlik felaketiydi. Çünkü Pacepa sadece bir bürokrat değil, rejimin bütün sırlarının taşıyıcısıydı. O ne biliyordu? Çavuşesku ailesinin gizli banka hesaplarını, devlet adına yürütülen propaganda ve manipülasyon operasyonlarını, Batı ülkelerinde kurulan yolsuzluk ağlarını, Sekuritate'nin uluslararası casusluk planlarını, Çavuşesku'nun kişisel servetini nasıl yönettiğini. Ve bu bilgiler artık ABD'nin elindeydi. CIA, Pacepa'yı hızla Amerika'ya götürdü, kimliğini değiştirdi, konumunu tamamen gizledi ve orada sessizce ama sistemli bir biçimde konuşmaya başladı. Çavuşesku için bu olay bir kırılmaydı, çünkü bu kaçışla birlikte en büyük tehdit artık halk değil, yanındakilerdi. Çavuşesku'nun ilk tepkisi öfke doluydu; Pacepa hakkında idam kararı çıkardı, onun izini sürmek için özel operasyonlar başlattı, hatta Çakal Carlos gibi ünlü teröristlerle işbirliği yaparak Pacepa'yı ortadan kaldırmaya çalıştı ama tüm girişimler sonuçsuz kaldı.

1987'de Pacepa bir adım daha attı; yazdığı "Kırmızı Ufuklar" kitabıyla Çavuşesku rejiminin bütün kirli çamaşırlarını dünyaya duyurdu. Bu kitapta aile fertlerine sağlanan imtiyazlar, yurt dışına kaçırılan paralar, lüks harcamalar, rejim içindeki korku ve ihbar, yalanlarla örülmüş propaganda düzeni hepsi belgeleriyle anlatılıyordu. Etkisi ne oldu? ABD Başkanı Ronald Reagan bu kitabın bazı bölümlerini Beyaz Saray'daki toplantılarda yüksek sesle okuttu. Romanya, dünya kamuoyu önünde ilk kez çıplak bir diktatörlük olarak teşhir edilmişti. Çavuşesku ise bu olaydan sonra daha da içe kapandı; basına daha fazla sansür uygulandı, Sekuritate'nin denetimi sıkılaştırıldı, yurt dışına çıkışlar zorlaştırıldı. Rejim, paranoya düzeyinde bir kontrol sistemine evrildi, çünkü artık her kurmay potansiyel bir Pacepa'ydı. Ion Mihai Pacepa'nın CIA'ya verdiği bilgilerde, Çavuşesku ailesinin İsviçre, Avusturya, Lihtenştayn ve Kıbrıs'ta gizli hesapları olduğu belgelenmişti. Yüz milyonlarca dolarlık servet altın olarak saklandı, şirketler üzerinden aklandı, diplomatik misyonlar aracılığıyla ülke dışına taşındı. Yani halkın karneyle aldığı ekmeğin bedeli başka ülkelerin kasalarında faizde büyüyordu. Çavuşesku ailesi lüks, gösteriş ve çürümüşlük içindeyken, diğer yanda halk elektrik, su, ısınma ve ilaç yokluğuyla boğuşuyordu. Bu sırada Çavuşesku halka her şeyin ortak olduğunu anlatıyor ama ailesiyle birlikte tüm ülkeyi özel mülkü gibi yönetiyordu; bu bir rejim değil, bir aile tiranlığıydı.

1970'li yılların başında Çavuşesku rejimi, hızlı sanayileşme hedefiyle büyük ölçekli altyapı projelerine girişti. Petrokimya tesisleri, ağır sanayi fabrikaları, demir çelik üretim merkezleri ve enerji santralleri… Bu projelerin finansmanı için gereken kaynaksa içeride yoktu, çözüm dış borçtu. 1977 yılında, Romanya'nın güneybatısında, Petroşani merkezli bir kömür havzası olan Jiu Vadisi, ülkenin ağır sanayi politikasına enerji sağlayan en kritik merkezdi. Binlerce madenci yıllardır yerin metrelerce altında çalışıyor, çoğu zaman açlık sınırında yaşıyordu. Ama bir gün artık yeter dediler. Ağustos 1977'de yaklaşık 35.000 madenci Çavuşesku rejimine karşı grev başlattı. Bu, Romanya'daki ilk büyük çaplı işçi direnişiydi ve üstelik işçilerin o güne dek en sadık destekçisi olduğu varsayılan Komünist Parti'ye karşıydı. Ne istemişlerdi? Erken emeklilik haklarının ellerinden alınmaması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, ücretlerin artırılması, iş güvenliklerinin sağlanması. Ama aslında bu taleplerin ardında biriken çok daha büyük bir öfke vardı: devletin halkı sömürmesine karşı bir haykırış. Grev sadece birkaç saat içinde Jiu Vadisi'nden tüm ülkeye yayıldı.

Çavuşesku önce olayı küçümsedi ama büyüklüğünü fark edince şahsen Petroşani'ye gitmeye karar verdi. 5 Ağustos 1977'de Çavuşesku grevci madencilerin karşısına çıktı. Ona göre bu hareket sabotajdı, ancak meydandaki öfke büyüktü. Madenciler onun konuşmasını sık sık böldüler; bir liderden çok bir sistemin yüzü olarak görülüyordu artık. Ve orada Çavuşesku, ilk kez gerçek bir halk protestosunun hedefi olmuştu. Grev taleplerini kabul ettiğini söyledi ama geri döner dönmez Sekuritate'ye emir verdi: "Liderleri tespit edin, dağıtın ve takip edin". Ve gerçekten de öyle oldu. Yüzlerce madenci sürgüne gönderildi, liderler tutuklandı ya da zorla emekli edildi. Bölgede sıkı takip ağı kuruldu, grev sonrası maaş artışları da sessizce geri alındı. Çavuşesku bu olayı hiçbir zaman unutmamıştı; Jiu Vadisi artık onun gözünde bir enerji havzası değil, bir tehdit bölgesiydi. Bu olay, rejimin söylemiyle pratiği arasındaki uçurumu açığa çıkardı; işçi devleti olduğunu iddia eden bir sistemin kendi işçilerini nasıl ezdiği tüm çıplaklığıyla görülmüştü. 1977 madenci grevi, Romanya'daki ilk büyük sivil itaatsizlik hareketiydi ve Çavuşesku'nun kırılgan otoritesine atılan ilk gerçek tokattı.

1972 ile 1982 arasında Romanya, başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere birçok Batılı kurumdan 13 milyar doların üzerinde dış kredi aldı. Bunun karşılığında Batı'ya, özellikle Avrupa'ya sanayi malları ve tarımsal ürün ihracatı taahhüdünde bulundu. Ancak Çavuşesku, bu borçların geri ödenmesini bir devlet meselesi değil, bir kişisel onur meselesi haline getirdi. 1981'den itibaren borçların tümü erken ödeme planına alındı. Hiçbir ekonomik model bu kadar kısa sürede bu kadar büyük bir borcu ödeyemezdi ama Çavuşesku bunu başarmakta kararlıydı. Peki sonuç ne oldu? Bir ülke sistematik bir şekilde yoksulluğa sürüklendi. İhracat artmalı, ithalat sıfırlanmalıydı; yani ülke üretip dışarı satacak ama içeride halk hiçbir şey tüketmeyecekti. 1982'den itibaren Romanya'da enerji tüketimi sınırlandırıldı, günlük elektrik kesintileri başladı. Evler haftada sadece birkaç saat ısıtılabiliyordu, ampuller en fazla 40 watt'la sınırlandırılmıştı, trafik lambaları bile gece kapatılıyordu. Marketlerde raflar boştu; ekmek, yağ, şeker, süt gibi temel ürünler karneyle dağıtılıyordu. Kıyma ayda yalnızca bir kez alınabiliyor, et yalnızca yılbaşlarında ya da liderin doğum günlerinde bulunabiliyordu. Halk açlığa mahkum edilmişti ama rejim her gün televizyonlarda gıda bolluğundan bahsediyordu. Propaganda görüntülerinde gülümseyen çiftçiler, dolu raflar, bereketli tarlalar yer alıyordu; oysa gerçek insanlar çöp kutularında yiyecek arıyordu.

1983'te Çavuşesku tasarruf seferberliği ilan etti. Bütün ülkeyi kapsayan bu planla birlikte üretimde kalem kağıt tüketimi sınırlandırıldı, telefon görüşmeleri saniye bazında ücretlendirildi, otomobil kullanımı haftada bir günle sınırlandırıldı. Otellerde sıcak su yalnızca bir saat verildi ve tüm bu yoklukların gerekçesi olarak hep aynı cümle tekrarlandı: "Bağımsızlık fedakarlık ister". Ama bu fedakarlığı sadece halk yapıyordu. Çavuşesku ve ailesi saraylarda yaşıyor, yurt dışından lüks ürünler getiriyor, yabancı içkiler ve ithal elektronik ürünler kullanıyorlardı. 1989 yılına gelindiğinde Çavuşesku, Romanya'nın tüm dış borcunu sıfırlamıştı. Bu başarıyı çok büyük bir törenle duyurdu. Mecliste ayakta alkışlandı, gazeteler "Dünyada borçsuz tek ülke Romanya" diye manşetler attı. Borçsuz bir ülke olmuştu Romanya ama bu borçsuzluk uğruna bir halk geleceğini, sağlığını ve umudunu kaybetmişti.

1980'li yılların ortasında Çavuşesku artık yalnızca toplumun düşüncesini değil, bizzat yaşadığı alanları da yeniden biçimlendirme çabasındaydı. Bu projeye "sistemleştirme programı" adını verdi. Bu aslında bir program değil, bir ulusal çaplı yıkım planıydı. Amaç açıktı: kırsal nüfusu kentlere taşımak, dağınık köyleri yok edip modern sosyalist kasabalar inşa etmekti. Ama asıl hedef kontrolü arttırmak, dağınık yaşamı ortadan kaldırmak, insanları aynı kutulara sıkıştırmaktı. 1980'lerin başından itibaren ülke genelinde yaklaşık 8.000 köyün haritadan silinmesi planlandı. Bu köylerde yaşayan insanlar şehirlerin eteklerinde kurulan yüksek binalara taşındı ama bu binalar bir yaşam alanı değil, bir gözetim mekanıydı. Aynı planda şunlar da vardı: camiler, kiliseler, sinagoglar yıkılacaktı. Tarihi yapılar kentsel dönüşüm gerekçesiyle ortadan kaldırılacaktı. Tarlalar kolektifleştirilecek, özel mülkiyet kalan son izleriyle beraber yok edilecekti. Ve bu yıkımın en sembolik eseri ülkenin kalbine, yani Bükreş'e inşa edilen bir yapıyla taçlandırıldı: Casa Popolului yani Halk Sarayı. Ama bu saray halk için değildi. 1100 odalı, 84 metre yüksekliğinde, 365.000 metrekarelik alanıyla dünyanın en büyük sivil yönetim binasıydı. Bugün bile Pentagon'dan sonra ikinci sırada yer alıyor. Bu devasa saray için 20.000'den fazla ev yıkıldı, yedi kilise ortadan kaldırıldı, tarihi Bükreş Merkezi haritadan silindi. 40.000'den fazla insan başka yerlere zorla yerleştirildi. İnşaat 1984 yılında başladı; her gün 20.000 işçi üç vardiya halinde çalıştırıldı, kadın işçiler gece vardiyalarında zorla tutuldu. İçeride altın kaplamalı aynalar, İtalyan kristal avizeler, İran halıları, mermer merdivenler, ışıkla açılıp kapanan tavan süslemeleri her şey vardı. Ama dışarıda halk ısıtma sistemleri çalışmayan evlerde donuyordu. Bu bina rejimin çelişkiler anıtıydı; ismi halkın sarayıydı ama halk içeriye giremiyordu. Çavuşesku bu sarayı dünya liderlerini etkilemek için inşa etmişti ama ne Batı ne de Doğu hiçbir lider bu megaloman gösteriyi önemsemedi; aksine binaya deliliğin simgesi gözüyle bakıldı. Ve ironik olarak, Çavuşesku bu binada bir gün bile yaşayamadı; saray tamamlandığında artık devrim kapıdaydı.

15 Kasım 1987, Çavuşesku rejimi için ilk kırılma noktasıydı. Bir traktör fabrikasının işçileri maaşlarının ödenmemesi üzerine greve gitti. Ama bu sadece ekonomik bir grev değildi; işçiler kısa sürede siyasi sloganlar atmaya başladı: "Çavuşesku defol!", "Yalanlara karnımız tok!". Yüzlerce işçi kentin merkezine yürüdü, kalabalıklar büyüdü, binlerce kişi belediye binasını kuşattı. Çavuşesku'nun portreleri yakıldı, insanlar parti binalarına saldırdı. İlk defa sokakta rejim sembolleri açıkça hedef alınıyordu. Sekuritate güçleri çok sert karşılık verdi; işçiler tutuklandı, bazıları şehir dışına sürüldü ama bu öfke bastırılamadı. Korku duvarı ilk kez çatlamıştı.

İkinci büyük kırılma Temeşvar'da yaşandı, bir kilise önünde başladı. Macar azınlığa mensup Protestan bir papaz olan Laszlo Tokes, vaazlarında rejimi eleştiriyor, güvenlik güçlerinin baskılarını anlatıyordu. Devlet onu başka bir bölgeye sürgüne göndermek istedi ama bu kez halk susmadı. 16 Aralık 1989'da Temeşvar halkı kilise önünde toplandı; ellerinde mumlar, dillerinde şarkılar… Bu dayanışma kısa sürede büyük bir direnişe dönüştü. "Libertate" yani "özgürlük" bu kelime duvarlara yazıldı, sokaklarda haykırıldı. Gösteriler büyüdü, halk belediye binasına yürüdü, rejim sembolleri yeniden hedefteydi. Bütün bunlar yaşanırken Çavuşesku yurt dışı gezisindeydi ve eşi Elena orada yaşanan bütün olayların bastırılması için Sekuritate'ye emir vermişti. Ve Sekuritate, kadın, çocuk, yaşlı demeden oradaki halka ateş açtı. Tanklar sokaklara indi, yüzlerce insan, gençler, çocuklar, kadınlar kurşunlara hedef oldu. Sekuritate sadece kalabalığa değil, hastanelere, morglara, kiliselere de müdahale etti. Orada ölenlerin cesetleri toplandı, gece gizlice yakıldı, izleri silinmeye çalışıldı ama olan olmuştu, Romanya artık uyanmıştı. Tüm ülkeye yayılan bu direniş birkaç gün içerisinde ulusal bir başkaldırıya dönüştü. Çavuşesku'nun 25 yıldır ördüğü korku duvarı halkın çığlığıyla parçalanıyordu. Ve bu çöküşün final sahnesi Bükreş'te merkez komite binasının balkonunda yazılacaktı.

21 Aralık 1989, Bükreş. Çavuşesku yurt dışı gezisinden apar topar döndü ve rejiminin 25. yılında merkez komite binasının balkonundan halka sesleneceği bir miting düzenledi. Amacı olayları sakinleştirmekti. Günlerden Perşembe, saat sabah 11 suları. Meydan yüz binlerce insanla dolu ama bu kalabalık spontan bir halk toplanması değildi; devlet eliyle toplanmıştı. İşçiler, memurlar, öğrenciler otobüslerle taşınmış, meydanda bayraklar ve pankartlar eşliğinde sıraya dizilmişlerdi. Her şey tıpkı eski günlerdeki gibi görünüyordu. Çavuşesku her zamanki gibi balkona çıktı, hiçbir şey olmamış gibi el salladı, tebessüm etti ve konuşmasına başladı. İlk cümleleri klasikti: "Sevgili yurttaşlarım, sevgili yoldaşlar". Kalabalıktan birkaç alkış yükseldi ancak bir şey oldu; birden arka taraflardan bir uğultu yükseldi. Sıradan bir protesto sesi gibi duyuldu önce, sonra bir ıslık geldi, ardından bir yuhlama, sonra bir diğeri, bir başkası daha…. Meydan susturulamaz bir ses dalgasına dönüştü. Çavuşesku şok oldu, elini havaya kaldırarak insanları susturmaya çalıştı ama sesi duyulmuyordu. Elena da yanındaydı ve çok gerilmişti, mikrofonun başına geçip bağırdı. O an canlı yayındaydılar, isyan artık televizyon ekranlarındaydı. Halk kameralar önünde korkusunu kaybetmişti, bütün ülke televizyondan bu görüntüleri izliyordu. Romanya halkı ilk kez bir Çavuşesku konuşmasını alkışlamamıştı, tam tersine yuhalamıştı. Parti yöneticileri ve korumalar panikledi. Çavuşesku konuşmayı kesmek zorunda kaldı, kalabalık kontrol edilemez bir hale geldi. "Özgürlük!", "Yeter artık!", "Çavuşesku defol!" sloganları atıldı. Bütün ülke televizyondan bu görüntüyü izliyordu. Sokak Kedisi YouTube kanalının aktardığına göre, 8 saniyelik bir sessizlik oldu, tarihin akışı işte o 8 saniyede değişti.

Rumen televizyonlarındaki canlı yayın bir anda kesildi. Bir saat içinde gösteriler kentin dört bir yanına yayıldı, binalar ateşe verildi, polis halkla çatıştı, yaralılar, ölüler… Ama insanlar meydanı terk etmedi. O gün rejimin son gününün başladığı gündü. Çavuşeskular o gün merkez komite binasında kaldılar ve ertesi sabah Bükreş sokakları bir gün önceki olaylardan sonra çok daha kalabalıktı. Çavuşesku rejimi artık sadece meydanlarda değil, bizzat kendi içinden de çatırdıyordu. Silahlı kuvvetler çözülmeye başlamış, bazı birlikler halkla çatışmayı reddetmişti. Sabah saatlerinde savunma bakanı Vasile Milea'nın şüpheli ölümü duyuruldu; resmi açıklama intihardı. Aslında Vasile Milea, bir gün önceki olaylarda halka ateş açması için emir verilmiş, ancak Milea bu emre uymamıştı. Bu yüzden ya öldürüldü ya da intihara zorlanmıştı. Bu ölüm domino etkisi yarattı; askeri birlikler parti yönetimine olan bağlılıklarını geri çekmeye başladı. Çavuşesku artık kendi güvenlik aygıtına bile güvenemez hale gelmişti. Ve saat 11 sularında merkez komite binasında sıkışan Çavuşesku çifti, halkın binaya girmeye çalışması üzerine kaçış kararı aldı. Balkondan arka terasa geçtiler, bir helikopter binanın çatısına indirildi. Bu anlar kameralarla kayda alındı. Çavuşesku eşi Elena ile birlikte helikoptere binerken çevresindekilere bağırıyordu: "İhanet! Herkes bizi sattı!". Helikopter havalandı ama o uçuş özgürlüğe değil, sona doğruydu. Pilot, yoğun hava trafiği ve hava savunma sistemlerinin devre dışı olması sebebiyle doğrudan uzaklaşamadı, bir süre Bükreş semalarında daireler çizdi. Çavuşesku hala duruma hakim olduğunu sanıyordu: "Tüm ülke hala benim kontrolüm altında" diye tekrarlıyordu ama artık hiçbir kontrolü kalmamıştı. Yeni savunma bakanı bütün hava sahalarını kapatmıştı. Helikopter zorunlu iniş yapmak zorundaydı; Tırgovişte yakınlarında benzin bahanesi ile indirildi. Pilotlar Çavuşeskuları ordu birliklerine teslim etti. Çavuşesku çifti askerler tarafından gözaltına alındı. Onlar artık ne bir liderdi ne de bir devlet başkanı, sadece kaçak bir çiftti. Çavuşesku rejimi, 25 yılda kurduğu iktidarı 25 dakikada kaybetmişti ve artık yargı zamanıydı.

Noel sabahı, 25 Aralık 1989. Yer Tırgovişte, bir askeri kışla. Çavuşesku ve eşi Elena burada tutuluyorlardı. Tutuklandıkları andan itibaren tam bir tecrit içindeydiler. Bugün yargılanacaklardı. Duruşma başladığında saat 13:20'ydi. Çavuşesku hala cumhurbaşkanı olduğunu iddia ediyordu, mahkemeyi tanımadı, ona verilen avukatları reddetti. Hakimin yüzüne bakarak bağırdı: "Ben Romanya'nın cumhurbaşkanıyım, bu mahkeme yasa dışıdır!". Eşi Elena da aynı şekilde direndi, hakaret etti, gözlerinde hala bir kibir vardı ama bu bağırış çağırış artık hiçbir şeyi değiştirmeyecekti, çünkü karar çoktan verilmişti. Çavuşesku çiftine yöneltilen suçlar: Soykırım, 60.000 kişinin ölümünden sorumlu olmak, ekonomiyi çökertmek, devlet mallarını zimmete geçirmek, ulusun çıkarlarına ihanet etmek. Savunma hakkı neredeyse hiç tanınmadı. Çavuşesku iddiaları reddetti, belgelerin sahte olduğunu söyledi ama sözleri dikkate alınmadı. Yargılama toplamda 53 dakika sürdü; 13:20'de başladı, 14:13'te sona erdi. Askerler tarafından her ikisinin de elleri arkadan bağlandı. Çavuşesku giderken "Yaşasın sosyalist cumhuriyet, yaşasın bağımsız Romanya" diye bağırdı. Elena ise "Bizi ayrı öldürmeyin" diye bağırıyordu. Askeri mahkemenin hemen arkasındaki avluya götürüldüler. Bir duvarın önüne diktiler. İnfaz mangası hazırdı. Beş asker emir bekliyordu.

Sokak Kedisi YouTube kanalının izleyiciye aktardığı tüyler ürperten anlar şöyle devam etti: Saat 14:50, komutan emri verdi: Ateş!. Bir saniyede dokuz kurşun bedenlerine saplandı. Çavuşesku ve Elena birkaç adım geriye sendeledi ve sonra yere yığıldılar. Rumen halkı, 25 yıl boyunca kurşun gibi ağırlaşan bir rejimi, 9 kurşunla toprağa gömdü. İnfazdan dakikalar sonra görüntüler ulusal televizyonlara servis edildi ve akşam bütün dünya o sahneyi izledi. Çavuşesku artık yoktu ama ardında bıraktığı rejim yıkıntılarıyla hala oradaydı. Çavuşesku çiftinin infazının ardından Romanya'da bir dönem sona ermişti ama yeni dönem beklenildiği gibi bir özgürlük dönemi olmadı. Çavuşesku'nun ölümü diktatörlüğün bittiği anlamına gelmedi çünkü sistemin aktörleri değişmişti ama refleksleri hala hayattaydı. Ulusal Kurtuluş Cephesi eski komünist parti kadrolarından oluşuyordu. Sekuritate'nin eski mensupları yeni kurulan yapılarda yer buldu. Dosyalar, arşivler, tanıklar bir anda yok oldu. Yeni yönetimi kuran Ulusal Kurtuluş Cephesi, başta Ion Iliescu olmak üzere birçok isim Komünist Partinin eski üyeleriydi. İktidarlarını korumak için yine eski rejimin yöntemlerine başvurmaktan çekinmediler. Halk Sarayı hala Bükreş'in ortasında duruyor; 1100 odalı, 4.000 ton kristal avizeli bu yapı Romanya tarihinin en büyük megalomanik sembolüdür ve bugün ülkenin parlamentosudur. Bugün Romanya'da Çavuşesku'nun adı hala tartışmalı; kimileri onu yurtsever olarak anıyor, kimileri ise bir katil olarak hatırlıyor. Kimine göre sosyal eşitliği savundu, kimine göre ise açlığa ve korkuya mahkum etti. Ama tarih duygularla değil, verilerle yazılır: on binlerce yasa dışı kürtaj nedeniyle hayatını kaybeden kadınlar, binlerce AIDS'li yetim çocuk, 1980'ler boyunca açlığa mahkum edilmiş bir toplum, devletin kaynaklarını zimmetine geçirme, devleti iflasa sürükleme, halka eziyet etmek, sivilleri devlet eliyle öldürmek, farklı düşündüğü için izlenen, tutuklanan, susturulan binlerce muhalif…. Dünyanın dört bir yanında hala kendi halkına karşı korku cumhuriyetleri inşa eden iktidarlar var. Devleti halk için değil, halkı devlet için varsayan sistemler ve ideolojiyi bir baskı makinesine dönüştüren liderler. Ancak günümüzdeki diktatörler şunu çok iyi bilmelidir ki, halk iradesinin karşısında hiçbir güç duramaz. İşte bu, Nikolay Çavuşesku'nun kanlı saltanatının ve dehşet verici sonunun bize fısıldadığı en büyük ders. www.avazturk.com olarak bu tarihi trajediden çıkarılacak derslerin, gelecekte benzer acıların yaşanmaması için bir ışık olmasını temenni ediyoruz.