Kemal Paşa'nın İstanbul'daki 6 Aylık Gizemli Mücadelesi

Kemal Paşa'nın İstanbul'daki 6 Aylık Gizemli Mücadelesi

İşgal altındaki İstanbul'da Mustafa Kemal Paşa'nın yaşadığı akıl almaz zorluklar, hakkında açılan kumpas davası ve Anadolu'ya geçişinin kaderi nasıl değiştirdiği, bilinmeyen detaylarla şimdi açığa çıkıyor.

Bugüne kadar belki de tam olarak anlamlandıramadığınız, tarihin tozlu sayfalarında gizli kalmış bir destanın perde arkasını aralamaya hazır olun! Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'da geçirdiği o kritik altı ayın her dakikası, adeta bir strateji dehasının, bir milletin kaderini nasıl yeniden şekillendirdiğini gözler önüne seriyor. Bu haber makalesi, sizi o dönemin fırtınalı atmosferine sürükleyecek ve Kurtuluş Savaşı'nın temellerinin nasıl atıldığını daha derinlemesine anlamanızı sağlayacak. Okumaya devam ettikçe, her cümlenin sizi daha da içine çekeceğinden emin olabilirsiniz... Bu uzun soluklu ve detaylı makale, Paşa'nın İstanbul'daki çetin mücadelesinin ve Anadolu'ya uzanan yolculuğunun bilinmeyen yönlerini adım adım gözler önüne serecek.

Yıldırım Orduları Grup Komutanı Mustafa Kemal Paşa, 13 Kasım 1918'de İstanbul'a ayak bastığında, bu şehrin hayatının en zorlu mücadelelerinden birine sahne olacağından bihaberdi. Haydarpaşa Garı'nda trenden indikten sonra, dostu ve doktoru Rasim Ferit Talay ile bir istimbota binerek Galata'ya doğru ilerlerken, karşısında yüreğini dağlayan bir manzara buldu: Dolmabahçe Sarayı önlerinde demirli duran, tam 61 parçalık devasa işgal donanması!. Bu tablo, Çanakkale'de bizzat yenilgiye uğratıp geri gönderdiği düşman donanmasının, şimdi hiçbir engelle karşılaşmadan İstanbul'un kalbine demir atmasıydı. Mustafa Kemal Paşa'nın yüreği acılarla doldu, derin bir hüzne boğuldu. İlk tepkisi, "Hata ettim, İstanbul'a gelmemeliydim. Ne yapıp edip Anadolu'ya dönmenin çaresine bakmalıyım!" demek oldu. Ancak "Hayat demek, mücadele demektir" sözünün sahibi olan Mustafa Kemal için çaresizlik asla söz konusu olamazdı. Zorlu duruma rağmen, zihninde her zaman bir çıkış yolu vardı ve bu çıkış yolu aslında Anadolu'daydı. İşte bu umutsuz görünen anda, Dolmabahçe Sarayı önündeki işgal donanmasını işaret ederek Rasim Ferit Talay'a "Geldikleri gibi giderler!" diyerek tarihe geçecek o meşhur sözünü fısıldadı.

Mustafa Kemal Paşa, Samsun'a hareket edeceği 16 Mayıs 1919 gününe kadar tam altı ay üç gün İstanbul'da kalacaktı. Bu süre, Kurtuluş Savaşı'nın stratejik planlamasının ve kadrolaşmasının şekillendiği, her anının derslerle dolu olduğu muazzam bir dönemdi. Bu altı ayı anlamadan Kurtuluş Savaşı mücadelesini tam olarak kavramak neredeyse imkânsızdı. O günlerde yaşadıklarını 1914-1919 dönemine ait anılarında Falih Rıfkı Atay ve Mahmut Soydan'a anlatmış, bu anılar 1926 yılında Hakimiyet-i Milliye ve Milliyet gazetelerinde yayımlanmıştı. Bu anıları okuyanlar, Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'daki o ilginç ve önemli altı ayını adeta canlı yaşayabiliyorlardı. Paşa, İstanbul'da kaldığı süre boyunca birtakım takiplere uğrar gibi hissettiğini belirtmişti. Hala ordu kumandanı sıfatıyla bulunmasına rağmen, bir gün Harbiye Nezareti'nden gelen bir yazıyla otomobili, yaveri elinden alınmış ve ödeneği kesilmişti. O gün iktidarda bulunanlardan böyle bir muamele beklemiyordu; bu, henüz geldiği tarafı belli olmayan sinsi bir baskıydı. Hatta Vahdeddin kabinelerinde Paşa hakkında farklı görüşler hakimdi: bazıları onu kendi lehlerine kazanmaya çalışırken, diğerleri "Mustafa Kemal'e emniyet edilemez! İstanbul'da birtakım hazırlıklar yapıyor, bu adamı İstanbul'dan uzaklaştırmak lazımdır!" diyordu. O dönemde İstanbul basınının bir kısmı, İttihatçılardan intikam almak adına eski komutanlara şiddetle saldırıyordu. Sadrazam Damat Ferit'in Hürriyet ve İtilaf Partisi'ne mensup olması, bu tür saldırıların rahatlıkla yapılmasına zemin hazırlıyordu. Daha fazla bilgi için https://www.avazturk.com adresini ziyaret edebilirsiniz, ancak şimdilik bu makaleye odaklanalım.

İşte bu saldırıların en sinsi olanlarından biri, Hukuk-i Beşer gazetesinden geldi. Gazete, 14 Mart 1919'da yayımladığı bir yazı dizisinde, I. Dünya Savaşı'na katılan komutanlara akıl almaz suçlamalarda bulunuyordu. Gazetenin kurduğu bu kumpasa göre, savaş sırasında kağıt paranın geçerli olmadığı yerlerde milyonlarca altın ve gümüş para basılarak, "ordu komutanı denilen yüksek alçaklara, haydut başlarına" teslim edilmişti. Bu rezil yazıyı, 31 Mart 1909 olayları sırasında "din elden gidiyor" diyerek isyana karışan Mevlanzade Rıfat kaleme almıştı. Bu komplo, doğrudan Mustafa Kemal Paşa'yı hedef alıyordu ve İstanbul'da zaten güvende olmayan Paşa, duruma anında tepki gösterdi. Harbiye Nezareti'ne sert bir yazı yazarak, "Osmanlı ordularını, onun namuslu kumandanlarını bu şekilde gösterebilme kabiliyeti ancak vatan ve milletin mahvolup dağılmasını arzu eden bir alçakta bulunabilir" ifadelerini kullandı. Kendi adına ve Fevzi (Çakmak) Paşa, Nihat (Anılmış) Paşa, Yakup Şevki (Subaşı) Paşa, İhsan (Sabis) Paşa ve Cevat (Çobanlı) Paşa gibi namuslu komutanlar adına bu "namussuzca iddiayı ret ve sahibine iade" ettiğini belirtti. Paşa, bu müfteri hakkında kanuni işlem yapılmasını talep etti. Ancak şok edici olan, Harbiye Nezareti'nin suç duyurusunda bulunmak yerine, Mustafa Kemal Paşa'nın başvurusunu direkt gazeteye iletmesiydi!.

Dahası, Hukuk-i Beşer gazetesi bu duruma tepki olarak Mustafa Kemal Paşa aleyhine hakaret davası açtı ve Paşa bir anda sanık durumuna düştü!. Anılarında bu süreci anlatan Mustafa Kemal, bir celpname alarak hakaret zanlısı olarak mahkemeye çağrıldığını belirtir. "Yaman çatmıştık" diyerek durumu özetleyen Paşa, komutanlık mevkiinde olmadığı için siyasi bir şey yapamayacağını ve hukuki çareler bulması gerektiğini düşündü. Bu mahkemede bulunmak istese de, o zamanki İstanbul gazetecilerinin "en aşağısı" ile karşı karşıya gelmek çok gücüne gidiyordu. Ayrıca davanın bazı yüksek politikacılar tarafından hazırlanmış bir planın neticesi olduğunu, ne yaparsa yapsın mahkûm olacağını düşünüyordu. Bu durum karşısında avukatı Sadettin Ferit Bey'i davet ederek durumu anlattı ve fikir sordu. Avukatının "Dava önemlidir, mahkûm olmanız ihtimali vardır" demesine rağmen, Paşa kararlıydı: "Amma yaptın canım, ben hiç de mahkûm olmak niyetinde değilim" dedi. Özgürlüğünden mahrum olmak istemiyordu ve zamana ihtiyacı vardı. Avukatına "Bana zaman kazandırabilir misiniz?" diye sorduğunda, cevabı "Buna söz verebilirim" oldu. Sadettin Ferit Bey bir iki defa mahkemeye giderek davayı dağıttı ve Paşa'ya İstanbul'dan ayrıldığı gün olan 16 Mayıs 1919'a kadar mahkemenin bitmemesini sağlayacak kadar zaman kazandırdı.

İngilizlerin 21 Nisan 1919'da Sadrazam Damat Ferit'e verdiği ağır protesto mektubuyla Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas bölgelerinde silahlı birliklerin kurulduğunun iddia edilmesi, bardağı taşıran son damla oldu. Harbiye Nazırı Şakir Paşa, 29 Nisan 1919 günü Mustafa Kemal Paşa'yı çağırdı. Atatürk, o anları anılarında şöyle dile getiriyor: "Bürosunda karşısına oturdum. Bir tek kelime söylemeksizin bana dosyayı uzattı. 'Bunu okur musunuz' dedi. Dosyayı okuduktan sonra Harbiye Nazırı’nın yüzüne baktım. ‘Emriniz paşam’ dedim. ‘Ben Sadrazam Paşa ile görüştüm. 9. Ordu Müfettişliği için sizi uygun gördük’ dedi." Atatürk, o gün tüm bunların ardındaki gizemi, bir kaderin kendisine nasıl yol açtığını bilmiyordu. Ancak kendisine sunulan bu koşulların ne kadar uygun olduğunu fark ettiğinde hissettiği bahtiyarlığı tarif edemediğini ifade eder. Nezaretten çıkarken, heyecanından dudaklarını ısırdığını hatırlıyordu. Kafes açılmış, önünde geniş bir âlem, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydi...

Evet, 29 Nisan günü Harbiye Nazırı kendisini çağırdığında Mustafa Kemal'in hiçbir şeyden haberi yoktu. Sultan Vahdeddin de görevlendirme kararnamesini 30 Nisan 1919 günü onaylamıştı. İşte tüm bu imkânsızlıklar içinde, işgal altındaki bir başkentte, hakkında davalar açılırken ve adeta köşeye sıkıştırılmışken, kader, Mustafa Kemal Paşa'ya Anadolu'ya çıkış kapısını bizzat açtı! Bu, sıradan bir atama değil, tarihin akışını değiştiren, bir milletin yeniden doğuşunun fitilini ateşleyen mucizevi bir dönüm noktasıydı. O, bu fırsatı kaçırmadı, özgürlüğe kanat çırpan bir kuş gibi yola çıktı ve bugünlere uzanan bir destanı başlattı. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının gerçekleştirdiği bu mucizenin büyüklüğü ve anlamı karşısında saygıyla ve şükranla eğilmeliyiz. Onu sadece anmakla kalmayıp, yaşamının her dakikasından dersler çıkararak onu anlamaya çalıştığımızda, ona daha çok layık olabileceğimizi artık çok daha iyi biliyoruz. Gelecek nesillere aktarmamız gereken en büyük miras da budur, tıpkı https://www.avazturk.com gibi bilgi kaynaklarımızla tarihimize sahip çıkmak gibi.