Türkiye'nin sistem sorunu, Parlamenter Oligarşi ve Erdoğan'ın yalnızlığı!

Türkiye’nin küresel oyunlar karşısındaki direncini zayıflatan en önemli etkeni, sahip olduğu -dış etkilere açık- yönetim sistemi diye tanımlamak mümkün. Sistemin açıkları üzerinden iç politikayı dizayn edenler, dönemsel çıkarlarını koruyup kollamaya kurgulanmış siyaset fotoğrafı için mühendislik çalışması yürütenler, sistemin reforme edilme arzusunu, bu nedenle rejim tartışmaları parantezine hapsetti hep. Maksat, reform arzusunun önüne “rejim bariyeri” koymaktı.

Bugün benzer tartışmaların, toplumla hiçbir zaman teması olmamasına rağmen entelektüel akıl diye gösterilenlerce domine edilmesi de yönetim sisteminin reforme edilmesine yönelik toplum arzusuyla siyasi iradenin senkronizasyonundan kaynaklı.

Siyasi irade ve toplum arasındaki bu değişime yönelik senkronizasyon, sistemin oligarklarını harekete geçirdi, reflekslerini açığa çıkardı.

Bu reflekslere, 3 Kasım 2002’de iş başına gelen AK Parti’nin müesses nizamın beslendiği kaynakları kurutma, dış etkilere teşne tutan delikleri kapama hamlelerinin yoğunlaştığı her dönem tanıklık ettik aslında.

Kimi zaman kapatma davasıyla kimi zaman darbe girişimleriyle kimi zaman da küresel casusluk temelli itibarsızlaştırma eylemleriyle kendini gösteren refleksler, bir noktadan sonra millet iradesine tosladı.

Öyle ki; millet iradesinin demokrasi açısından yeterli olmadığı, yüzde 90 oy bile alsa, müesses nizamın elit zümresini memnun etmeyen yasama ve yürütme faaliyetlerinin meşru sayılmayacağı söylendi.

FİİLİ BİR DURUM 2014’TE OLUŞTU ZATEN

Bugün de o tartışmaların en yoğun hal aldığı bir süreçten geçiyoruz.

10 Ağustos 2014’te, Cumhurbaşkanı’nın yüzde 52’lik halk iradesiyle seçilmesinden sonra parlamenter sistemin insicamının bozulması ve sistem değişimine dair fiili bir durumun oluşması bu tartışmaları daha da alevlendirdi.

Halbuki yaşanan süreci ülkenin kendi dinamikleriyle sınırlamak yerine bölgesel ve hatta küresel dinamiklerle okumak, oluşan fiili durumu anlamak için yeterliydi. Öyle okunmadı, okunmak istenmedi. Haliyle, karşı çıkışlar, itirazlar için durulan yer de; ne yerli oldu ne de milli…

Uluslararası sistemin kendini yenilediği bir dönemde, bu yenileme için seçilen hedef coğrafyanın en stratejik noktasında bulunan Türkiye’nin de bir yenilenme ihtiyacının olduğunu görmek zorundayız.

Sınırlarımızda gelişen olaylar karşısında küçülme değil büyüme, edilgen değil etken olma stratejisi yürütmezsek, yanıbaşımızdaki olayların negatif etkileri, tamiri imkansız tahribatlar açabilir, açıyor da.

Bu çerçevede, rejim bariyeriyle koruma altına alınmak istenen Parlamenter Sistemin, ülkenin büyüme ve bölgesel aktör olma yolundaki hamlelerini tıkayan bir realiteye dönüştüğünü görüp, güçlü bir toplumsal arzuya dönüşen değişim ihtiyacını gidermede zaman kaybetmemeliyiz.

Bugün maalesef bu arzuyu okuyan, bu ihtiyacı gidermeye yönelik kuvvetli bir irade ortaya koyan tek siyasi adres AK Parti. Oysa bu bir milli mesele artık.

KÜRESEL OYUNUN KONTROLLÜ GERİLİM VE ÇATIŞMA STRATEJİSİ!

Küresel Sistem, kendini yenileme alanı olarak seçtiği sınırlarımızda, bu yenileme hamlesini, farklılıkları çatıştırma üzerine kurulu kontrollü gerilim temeline oturtmuşken, bu gerilimin çatışma ve ayrışmaya dönüştüğü tali bir alan olmamak için sistemi reforme etmek, değişimi ivedilikle yasal bir zemine oturtmak zorundayız.

Çünkü tecrübe edindiğimiz üzere, Parlamenter Sistem, toplumun farklıklarını zenginliğe dönüştürme fırsatını, rejimi koruma refleksiyle ayrışma ve çatışmaya dönüştüren oligarşik bir sistemin ötesine gidemedi bir türlü.

Sistem, Demokratik Parlamenter Sistem olmaktan çıkıp; Parlamenter Oligarşi olarak tanımlanabilecek bir çok olumsuzluğun merkezinde oldu hep.

Ülkenin zenginliği olan etnik, mezhepsel ve kültürel farklılıklar, Parlamenter Oligarşinin çarkı içerisinde bir arada yaşama arzusu dahil birçok hasleti kaybederek ayrışma ve çatışmaya kanalize edildi, ediliyor.

Parlamenter oligarşi, adına ister statüko deyin ister rejimi koruma güdüsü; ne derseniz deyin, elitist bir kesimin hegemonya alanını muhafaza eden bir sistem dayatıyor.

Aslında 90’ların başında başlayan ve bugün Suriye ve Irak özelinde tüm bir Ortadoğu’da güçlü bir şekilde ortaya çıkan Küresel Sistemin yenilenme hamlesiyle, Türkiye’deki sistemsel değişim arzusu eş zamanlıydı.

Küresel Sistemin değişim hamlelerine karşı direnç sergilemek için yerel sistemi revize etmek elzemdi. Siyasette bu yönde oluşan iradeler hep sistemin dış etkilere açık deliklerinden gelen taarruzların hedefi oldu, bu yolla o irade kırıldı, zayıflatıldı.

Bu bakımdan, 2002'de güçlü bir toplumsal tabanla iş başına gelen ve toplumun tüm kesimlerine temas eden AK Parti iktidarı bile, sistemin oligark ayakları tarafından uzunca süre iş yapamaz hale getirildi. Sistemin en temel ayağı Cumhurbaşkanlığı makamı, yasama ve yürütme faaliyetlerinin önünde uzun süre (2007'ye kadar) ayak bağı oldu. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir sonucu olan ancak sahip olduğu orantısız güçle yasama ve yürütmeye takoz olan Yargı, güçlü bir parlamenter temsile rağmen AK Parti'yi kapatma davası açacak kadar güçlü bir refleks gösterdi.

Bütün bunların altında yatan temel gerekçe ise toplumun büyük bölümünü ötekileştiren ve yok sayan rejimi koruma refleksiydi.

İktidarın, sosyo-politik hamleleri, bağımsız bir ekonomik model oluşturma çabaları, küresel ekonomik sistemin dayatmalarından bağımsızlaşma hamleleri nihayetinde gelip bu oligarkların direncine takıldı.

Bu direnci kırabilecek en önemli argüman, son olarak 1 Kasım seçimlerinde sandığa yansıyan ve başkaca sebepleri de içinde barındırmasına karşın değişimi de arzulayan iradeydi.

1 KASIM İRADESİNİ 7 HAZİRAN’I YANLIŞ OKUYARAK HEBA ETTİK!

Hatırlayacağımız üzere, 1 Kasım seçim sonuçlarının sıcaklığı içinde muhalefetten kimi isimlerin, Başkanlık Sisteminin tartışılabileceği yönündeki açıklamaları bile olmuştu.

Bu aşamadan sonra herkesin, değişim iradesi içinde pozisyon almayı amaçlayacağını beklerken, değişimin merkezi olması gereken AK Parti’de bir irade zayıflaması baş gösterdi.

Belki bu irade zayıflaması olmasaydı, düne kadar sistemsel değişimin (Başkanlık Sistemi) ülkeyi bölünmeye götüreceğinden, sistemle birlikte otoriter bir rejim tesis edilmek istendiğinden dem vuranlar, değişim arzusunun en şiddetli savunucusu bile olacaktı.

Ama dediğim gibi; 7 Haziran sonuçlarını, 10 Haziran günü TRT’nin canlı yayınında değerlendirirken, “Başkanlık sistemine geçmek istedik ama buna halk yetki vermedi” şeklinde okuduğu anlaşılan dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu, “Şu anda yeni bir tablo var, herkes bu tabloyu var olan sistem içinde yönetmekle zorunludur” derken de Parlamenter Oligarşiye koşulsuz teslim oluyordu.

Öyle zannediyorum 4 Mayıs günü açığa vuran durum, 10 Ağustos 2014’de ortaya çıkan fiili durumu görmezden gelip müesses nizamın devamından yana alınan pozisyonun değiştirilmesi adımıydı.

Çünkü Türkiye, bölgede yaşanan gelişmelerden olumsuz etkilenmemek için Küresel Sistem ve müesses nizamla makul uzlaşıyı değil azami çatışmayı seçmek, o etkilerin önünü açan delikleri kapayacak palyatif adımlar yerine köklü değişim arzusunu karşılamak zorundaydı; hem de hiç zaman kaybetmeden.

Aksi halde, Küresel sistemin kendini yenilemek için seçtiği ana tema olan kontrollü gerilim, çatışma ve ayrışma ateşini, zenginliğimiz olan farklılıklarımızı çatışma ve ayrıştırmaya kanalize eden Parlamenter Oligarşinin körüklemesini durduramayız.

Bunu durduramazsak, bırakın 1912-1915 Osmanlı Coğrafyasıyla kucaklaşmayı mevcut coğrafyamızı bile kaybetme riskiyle karşıya kalırız.

PEKİ BU TEHLİKE VE TEHDİTLERE KARŞI YETERLİ FARKINDALIK VAR MI?

Zannedersem en kritik olan da bölüm başlığına verilecek cevapta saklı. Üzgünüm ama gerçekten AK Parti’nin bile kurumsal kimlik olarak bu farkındalığa sahip olduğunu mevcut tablo itibarıyla söylemek çok zor.

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Başkanlık Sistemi ile ilgili getirdiği “halkın önüne koyalım” önerisi olmasa AK Parti sistemi sağlam verilere dayalı tartışma ortamına bile sokmaktan acizdi. Bahçeli’nin çıkışı ile birlikte iki parti arasında süren görüşmeler, sistemin adını “Partili Cumhurbaşkanlığı”na dönüştürürken, özde güçlü Başkanlık getiriyor.

Peki iki parti arasında tam mutabakata varılması durumunda halkın oyuna gidecek olan sistemle ilgili sandık sathı mahallinde halka kim neyi anlatacak?

Ya da referandum sürecinin lokomotifi olacak olan AK Parti teşkilatları, oy kullanacak seçmeni ikna etmek için hangi argümanları kullanacak?

İşte burası muallak… Üzülerek ifade etmek istiyorum ki; AK Parti Genel Merkezi teşkilatların Başkanlık ya da Partili Cumhurbaşkanlığı konusunda bilinçlendirilmesine dair şu ana kadar herhangi bir adım atmış değil. Bu yönde düzenlenen programlarda konuşma yapan bir iki milletvekilinin programlarının da “birileri tarafından” İl ya da İlçe yönetimleri aranarak iptal ettirildiğine dair can sıkıcı söylentiler var. Dahası söylentinin ötesinde birkaç somut örnek de var.

Yine bahar aylarındaki olası Başkanlık ya da Partili Cumhurbaşkanlığı sistemi için yapılması muhtemel olan referandum öncesi, AK Parti teşkilatlarındaki FETÖ unsurlarının süreci sabote etme ihtimaline karşın, Genel Merkez’in FETÖ temizliğinde gerekli adımları atmaması da endişe veriyor.

Özetle, FETÖ ile mücadele konusunda olduğu gibi ülkenin yeni bir sisteme geçiş mücadelesinde de Cumhurbaşkanı Erdoğan yalnız. Allah’tan MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve Ülkücülerle AK Parti tabanı Erdoğan’ın yanında.

Önceki ve Sonraki Yazılar