Faiz İsyanı Manşetlerinin Şifresi: Türkiye'nin Gizlenen Enflasyon Gerçeği ve Çıkar Çatışması!
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve ekonomi yönetimi, bazı medya ve iş çevrelerinin sert eleştirileriyle sarsılıyor. "Faiz isyanı" manşetlerinin arkasındaki gerçek ne? Türkiye'nin dünya altıncısı olduğu yüksek enflasyon gerçeği bu tartışmada neden...
Mehmet Şimşek ve Ekonomi Yönetimi Hedefte: 'Faiz İsyanı' Manşetlerinin Ardında Yatan Gerçek Ne?
Türkiye ekonomisinin dümenindeki isim olan Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve ekibi, son dönemde hem bazı ekonomi çevrelerinden hem de dikkat çekici şekilde iktidara yakınlığıyla bilinen bazı medya organlarından gelen sert eleştirilerin hedefi haline geldi. Özellikle Yeni Şafak gazetesinin "İş dünyasında faiz isyanı" başlığıyla başlattığı ve bir süredir devam eden manşetler, mevcut ekonomi yönetimini ve Şimşek'in bürokratlarını doğrudan hedef alıyor. Bu manşetlerde dile getirilen eleştiriler oldukça sert: faizlerin artması, dövizin yükselmesi, enflasyonun azması, ekonomide bir "rasyonel çöküş" yaşanması, üretimde düşüş, sanayinin durma noktasına gelmesi ve yatırımların durması, enflasyonun zirve yapması. Ayrıca, şirket iflaslarının katlandığı ve konkordatoların geçtiğimiz yıllara göre üç ila beş katına çıktığı da aynı eleştirel çerçevede sunuluyor. İlginç olan ise, Yeni Şafak'ın yanı sıra Korkusuz ve Karar gibi farklı yayın politikalarına sahip gazetelerin de benzer manşetlerle çıkmaya başlaması.
Ekonomi yorumcularına göre, bu eleştirileri dile getiren çevrelerin asıl derdi ve temel beklentisi faiz oranlarının yüksekliği ve kredi musluklarının eskisi gibi sonuna kadar açılmaması. Kaynakta yer alan analize göre, onlar için ekonomideki sorunların tek çözümü olarak görülen şey, faizlerin hızla indirilmesi ve kredi kanallarının sonuna kadar açılması. Bu beklentide olan kesimler, ülkenin en temel sorunlarından biri olan enflasyonun hangi korkunç seviyelerde seyrettiğini, emeklinin, dar gelirlinin, sabit ücretlinin ya da genel olarak halkın alım gücünün ne denli dramatik şekilde düştüğünü adeta görmezden geliyor. Onların önceliği, kendi şirketlerinin, özellikle de KOBİ'lerin, eskisi gibi oldukça düşük maliyetlerle işletme sermayesi ve yatırım kredisi bularak çarklarını döndürebilmesi, ihtiyaçlarını karşılayabilmesi ve büyümeye devam edebilmesi. Analize göre, bu kesimler ekonomik yükün ve faturanın tamamen vatandaşa kesilmesine razı olabilirken, enflasyonla mücadele edilmesine bile tahammül gösteremiyorlar.
Peki, bu çevreler neden özellikle Mehmet Şimşek ve ekibini hedef alıyor? Kaynakta bu sorunun cevabı olarak, eleştirilerin temelinde Şimşek'in ekonomiyi kötü yönettiği ya da enflasyonu yeterince hızlı düşüremediği gibi bir durumun yatmadığı ileri sürülüyor. Asıl neden, onların beklediği gibi erken ve hızlı faiz indirimlerini gerçekleştirmemesi ve kredi kanallarını arzu ettikleri şekilde tamamen açmaması. Mehmet Şimşek'in göreve başladığında, özellikle Ekrem İmamoğlu ile ilgili gelişmelerin ardından artan döviz talebi ve piyasaya yapılan 55 milyar dolarlık döviz satışı gibi gelişmeler nedeniyle erken faiz indirimlerinin bir kısmını geri almak zorunda kaldığı belirtiliyor. Aksi takdirde, Merkez Bankası'nın net rezervlerinin eski yönetim dönemindeki gibi yeniden eksiye inme riski bulunduğu ifade ediliyor. Bu zorunlu geri adım ve kredi politikasındaki temkinli duruş, bekledikleri ucuz krediye ulaşamayan ve erken faiz indirimi uman kesimleri hayal kırıklığına uğrattı. Ayrıca, Mehmet Şimşek'in Organize Sanayi Bölgeleri'nin (OSB) başına vergi müfettişleri yerleştirme niyetini dile getirmesinin de bu sert saldırıların başlamasında bir diğer önemli tetikleyici faktör olduğu görüşü dile getiriliyor.
Ancak, bu eleştiriler ve "faiz isyanı" manşetleri tartışılırken, Türkiye'nin yüzleştiği en yakıcı ve en temel sorunun aşırı yüksek enflasyon olduğu gerçeği göz ardı ediliyor. Dünya genelinde enflasyon verisi açıklayan yaklaşık 170 ülke incelendiğinde, bu ülkelerin %84'ünün tek haneli enflasyona sahip olduğu görülüyor. Türkiye ise, sadece %16'lık bir dilimde yer alan ve enflasyonu %10'un üzerinde olan az sayıdaki ülkeden biri. Daha da vahimi, Türkiye'nin dünyada en yüksek enflasyona sahip altıncı ülke konumunda bulunması. Kaynakta belirtildiği üzere, dünya üzerinde sadece Venezuela, Güney Sudan, Zimbabwe, Arjantin ve Burundi gibi beş ülkede bizden daha yüksek bir enflasyon oranı mevcut. Bu durum, yıllardır sıkça duyduğumuz "Dünya 5'ten büyüktür" söylemini ekonomik bir bağlamda düşündürücü bir hale getiriyor. Uzun süredir devam eden ve adeta kronikleşen bu yüksek enflasyon, halkın, özellikle dar ve sabit gelirli kesimlerin alım gücünü her geçen gün daha da fazla eriterek bir yaşam mücadelesine dönüştürüyor. Üstelik, açıklanan enflasyon verilerinin doğruluğu konusundaki şaibeler, açılan davalar ve verilere erişimdeki sıkıntılar da sürüyor; bu durum, özellikle maaş ve asgari ücret gibi kritik belirlemelerde kullanılan bu verilerin güvenilirliğini daha da tartışmalı hale getiriyor.
Bu noktada merak edilen bir diğer soru ise, iktidara yakın bir gazete olan Yeni Şafak'ın neden bir AKP bakanını bu denli sert şekilde hedef aldığı. Kaynakta bu durumun, AKP içerisindeki farklı gruplar arasındaki bir çekişmenin veya çatışmanın işareti olabileceği spekülasyonu yapılıyor. Potansiyel olarak akıllara gelen isimlerden biri Berat Albayrak. Ancak Albayrak'ın kardeşinin Sabah gazetesinde çalıştığı halde, neden bu saldırıyı Sabah'ın değil de Yeni Şafak'ın yaptığı bir muamma olarak kalıyor. Bu durum, Yeni Şafak içerisinde Berat Albayrak'a yakın ya da ondan bağımsız, ancak mevcut ekonomi yönetimine karşı duran başka bir grubun mu etkili olduğu sorusunu gündeme getiriyor. Eğer AKP içerisinde bu tür farklı gruplar oluşmuşsa, bunların sayısının ne olduğu da sorgulanıyor. Kaynakta, partinin dışında kalan kurucu isimlerin (Bülent Arınç, Hüseyin Çelik gibi) ve bir de Berat Albayrak'a yakın bir grubun varlığından söz ediliyor. Hatta, Berat Albayrak gibi bir ismin parti içerisinde böyle bir grup kuracak "zekaya" sahip olup olmadığı dahi ironik bir şekilde sorgulanıyor. Bu iç çatışmaların, AKP'yi içeriden yıpratma potansiyeli taşıyıp taşımadığı da konuşulan konular arasında.
Kaynakta yer alan daha geniş bir değerlendirme, bu tür ekonomik ve siyasi gerilimlerin temelinde yatan daha derin yapısal sorunlara da işaret ediyor. CHP'ye açılan dava gibi hukuki süreçlerin, siyasi bir "rehine" olarak elde tutulduğu, Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Osman Kavala ve Can Atalay gibi isimlerin serbest bırakılmamasıyla demokrasinin bir lütuf gibi sunulduğu bir tablo çiziliyor. Hukuk sisteminin tam olarak içselleştirilemediği, Avrupa Birliği'ne giriş sürecinde dışarıdan alınan kararlarla yüzeysel olarak düzeltildiği, ancak asıl "kafa yapısı" değişmediği sürece yasaların tek başına bir anlam ifade etmediği vurgulanıyor. İşkence karşıtı yasaların bile tek başına emniyet birimlerindeki uygulamayı değiştiremediği veya askeri darbeleri önlemeye yönelik yasaların, Yeniçerilere kadar uzanan köklü askeri yapının zihniyeti değişmediği sürece etkisiz kaldığı gibi örnekler veriliyor. Hatta, 15 Temmuz darbe girişiminden hemen önce EMAA uygulamasının yeniden getirilmesi ve bunun AB'ye bildirilmesi, yasal düzenlemelerin altında yatan niyeti sorgulatıyor. MHP'nin bir "derin devlet" partisi gibi varlığına izin verildiği, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde belli adayların kazanmasını engellemek için siyasi manevralar yapıldığı ve muhalefet masasından seçimlere üç gün kala kalkılmasının, yasalardan bağımsız derin yapısal sorunları gösterdiği ifade ediliyor. Ekonomik olarak ise, yurt dışından sermaye gelmeden işlerin yürümeyeceği ancak yabancı yatırımcının sadece anti-komünizmden değil, hukuki güvenceden ve demokratik bir ortamdan emin olmak istediği dile getiriliyor. Türkiye'nin dünyaya sunabileceği özgün bir değerinin olmadığı, ekonomik ve hukuki olarak dış etkilere ve emirlere açık olduğu, kendi hukuk sistemini dahi tam olarak yaratamadığı, AB ve AİHM kararları çerçevesinde "demokratikleşmeye çalıştığı" ancak vatandaşını demokratik bir birey olarak eğitemediği gibi ağır eleştiriler de yer alıyor. Okul terk oranları, kalitesiz yüksek öğretim ve zihniyet değişmeden yapılan düzenlemelerin sonuç vermeyeceği gibi konular da bu genel tabloyu tamamlıyor. Ülkenin dünya sahnesindeki rolünün turizm hizmeti sunmanın ötesine geçip geçmediği de sorgulanıyor.
Tüm bu tablo göz önüne alındığında, Mehmet Şimşek ve ekibine yöneltilen "faiz isyanı" temelli eleştirilerin temelinde, halkın alım gücünü her gün daha da eriten yüksek enflasyonla gerçek anlamda mücadele edilmemesi veya dolaylı vergilerle alım gücünün düşürülmesi gibi vatandaş odaklı sorunların değil, belli bir kesimin ucuz kredi ve düşük faiz beklentisinin karşılanamaması yatıyor gibi görünüyor. Kaynaktaki analiz, bu manşetlerin ve eleştirilerin, ekonomi politikaları üzerindeki farklı çıkar gruplarının çarpıcı öncelik farklılıklarını ve baskısını gözler önüne serdiğini düşündürüyor. Türkiye'nin en yakıcı sorunu olan enflasyon karşısında dahi, bazı kesimler için önceliğin kendi ticari çıkarları olması, ülkenin içinde bulunduğu durumu daha da karmaşık hale getiriyor ve çözüm arayışlarını zorlaştırıyor. Bu "rasyonel çöküş" ifadesinin ardında yatan gerçek nedenler ve kimlerin bu manşetleri yönlendirdiği soruları ise havada asılı kalmaya devam ediyor.