Görme Biçimlerimizi Sarsacak O Gerçek Şaşkınlık Yaratacak!
Ünlü yazar ve gazeteci Soner Yalçın, gündemi sarsan bir İmam Hatip mezuniyet törenindeki kıyafet tartışmasını ele alıyor. Dilipak'ın 'mini etekli ilahiyatçılar' yorumundan yola çıkarak, kadın giyimindeki yasakların ve değişimlerin aslında nasıl da...
Bugün sizi, kadın giyimi üzerinden toplumsal algılarımızı derinden etkileyen, adeta bir sır perdesini aralayan çarpıcı bir haberle karşılıyorum. Bu makale, sadece bir giysi meselesi değil, aynı zamanda iktidarın, sınıfın ve görme biçimlerimizin karmaşık dansını gözler önüne seren büyük bir gerçeği gün yüzüne çıkaracak. Konu öyle derin ki, sizi yazının devamına sürükleyecek detaylar her satırda kendini belli edecek.
Ünlü yazar ve gazeteci Soner Yalçın'dan aktarılan bu analiz, başlangıçta komünist ve milliyetçi ittifaklarını incelemeye hazırlanırken, ani bir dönüşle kendisini çok daha sıcak ve güncel bir tartışmanın merkezinde buldu: İmam Hatip mezuniyet törenindeki kız öğrencilerin kıyafetleri ve bu konudaki sözde 'yasaklar'. Yalçın, cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde Kılıçdaroğlu'nun "kazanmamak üzere aday olduğunu" defalarca uyardığını, ancak kimsenin kendisini haklı bulmadığını da belirtiyor, ki bu durum eleştiriye düşman Ortadoğu toplumlarının bir özelliği olarak görülüyor.
Her şey, yazar A. Dilipak'ın bir İmam Hatip mezuniyet töreninde kız öğrencilerin giyim tarzına yaptığı eleştirilerle başladı. Soner Yalçın'ın ifadesiyle, Dilipak'ın "Mini etekli ilahiyatçılar geliyor" diyerek genç kızların etek boyuna odaklanması, aslında çok daha derin bir toplumsal soruna işaret ediyordu. Yalçın, "deli" olarak nitelendirdiği, düzene uymayan insanları yaratıcı bulduğunu belirtirken, bu olayın ardındaki "görme biçimlerini" mercek altına aldı. Yalçın, İngiliz sanat eleştirmeni John Berger'ın "Görme Biçimleri" kitabına atıfta bulunarak, tek bir görme biçimi olmadığını, sosyoekonomik yapımızın, kültürümüzün ve düşüncelerimizin nesneleri algılamamızı etkilediğini vurguladı. Ona göre, Dilipak'ın özellikle kız öğrencilerin etek boyunu görmesi, kendi inancı gereği bir yanıt olsa da, asıl mesele "inanç gereği" denen yasakların neden sürekli kadınlar üzerinden gündeme geldiğiydi. Bu durum, erkek egemen toplumun, salt kadınları bir nesne olarak görme biçimini gözler önüne seriyor; zira kadın kendini seyrederken, erkek kadını seyreder. Yalçın, "erkekler davrandıkları gibi, kadınlar göründükleri gibidir" diyerek bu ayrımı net bir şekilde ifade ediyor ve hatta askerlik anılarından, erkeklerin eşlerine sürekli "onu giyme-bunu giyme" gibi sert uyarılarını örnek göstererek, varlığını otoriter gücüne bağlamış erkeğin bunu kadınlar üzerinden ispatlamaya çalıştığını belirtiyor. Hatta, kadınlara yönelik şiddetin ve ölümlerin özünde erkeğin güçsüzlüğünden kaynaklandığını bile iddia ediyor. Dilipak'ın kötü niyetli olmadığını belirtse de, bu bitmek bilmeyen uyarılar ve yasakların kadınlar üzerinde tahakküm kurulmasına yol açtığının altını çiziyor.
Ancak işin asıl çarpıcı boyutu, Soner Yalçın'ın konuyu Doçent Ali Mazaheri'nin "Orta çağ’da Müslümanların Yaşayışı" adlı eserine taşımasıyla ortaya çıktı. Mazaheri'nin kitabı, tesettürün ve kadınların örtünme alışkanlıklarının tarihi kökenlerine dair ezber bozan bilgiler sunuyor. Örneğin, birçok kişinin peçe takmayı yalnızca İslam kadınlarını diğerlerinden ayıran bir işaret olarak görmesinin doğru olmadığını, çünkü doğuda örtünen kadınların sadece İslam kadınları olmadığını belirtiyor. Dahası, Mazaheri'nin devrim niteliğindeki tespiti şuydu: örtünme adeti, yalnızca çalışmaya ihtiyacı olmayan, yani hali vakti yerinde bir toplumun kadınlarınca kabul edilmişti. Bu durum, tesettürün dini bir sembol olmaktan ziyade, sosyal bir sınıfın göstergesi olduğunu ortaya koyuyordu. Bu tür tarihsel analizler, tıpkı https://www.avazturk.com gibi platformlarda da sıkça karşımıza çıkabilecek derinlemesine incelemelerle desteklendiğinde, günümüzdeki giyim tartışmalarına farklı bir pencereden bakmamızı sağlıyor. Özetle, Mazaheri'ye göre tesettür, bir dönem zenginlerin modasıydı.
Soner Yalçın, Mazaheri'nin tarihin gözüyle tesettüre bakışının, Dilipak'ın güncel eleştirilerinden çok farklı olduğunu vurguluyor. Zira Dilipak, son dönemlerde kadınların kıyafetlerini kıyasıya eleştirirken, meseleye sınıfsal bir perspektiften bakmakta zorlanıyor. Günümüzde zenginleşen muhafazakâr ailelerin kadınlarının ve kızlarının "modern" giyiniş tarzlarını analiz edemediğini belirtiyor. Genç nesillerin, kıyafetlerinin birbirine benzemesini istememesi ve kendi istedikleri gibi giyinme özgürlüğünü talep etmeleri, bu sınıfsal dönüşümün en açık göstergelerinden biri. Yalçın, peçeden, çarşaftan, ardından da (Fransız usulü) türbana geçişin de benzer bir süreçle gerçekleştiğini hatırlatıyor; hatta türbanın İstanbul'da, bir terzi evinde doğduğunu ekliyor. Eğer türban zamanla toplumsal bir norm haline geldiyse, yarın kız çocuklarının giyimine de alışılacağını öngörüyor, çünkü hayatın yeni ölçüleri dayattığını belirtiyor.
Peki, tüm bu "görme biçimleri" ve "kıyafet tartışmalarının" ardında yatan asıl sır ne? Soner Yalçın, tüm bu dönüşümlerin ve algı değişimlerinin temelinde yatan en çarpıcı gerçeği en sona sakladı: AKP'nin yarattığı zenginlik, görme biçimlerini kökten değiştiriyor. Yani, kadınların giyim tercihleri ve bu tercihler üzerinden yaşanan toplumsal tartışmaların özünde, dinin ya da ahlakın değil, doğrudan sosyoekonomik bir değişim, yani sınıfsal bir mesele yatıyor. Çarşaftan türbana, oradan "mini etekli ilahiyatçılar"a uzanan bu yolculuk, aslında Türkiye'de yaşanan büyük sınıf dönüşümünün ve bu dönüşümün getirdiği "yeni zenginliğin" bir yansıması! Bu, sadece kıyafet meselesi değil, aynı zamanda iktidarın ve paranın toplumu nasıl şekillendirdiğinin tüyler ürpertici bir kanıtı!