Saraylar Sizin, Yanan Ormanlar Kimin?
Türkiye'yi kasıp kavuran orman yangınları ve doğa talanı tartışmaları, 225 yıl öncesinden gelen çarpıcı bir direnişi yeniden gündeme taşıdı. Bu kadim mücadelenin modern yankıları ve herkesi şoke edecek o son gerçek, bu haberin satırlarında saklı.
Anadolu toprakları, yüzyıllardır süregelen bir mücadelenin sessiz tanığı olmaya devam ediyor. Bir yanda gösterişli sarayların ihtişamı, diğer yanda ise alevlere teslim olan ormanların, zeytinliklerin ve derelerin yürek burkan feryadı... Bu karşıtlık, sadece bugünün meselesi değil, ta Osmanlı İmparatorluğu'nun derinliklerinden, ilk sanayi devriminin getirdiği acımasız değişim rüzgarlarından bu yana süregelen kadim bir çatışmanın yansıması. Peki, www.avazturk.com ekibi olarak bu yakıcı gerçeğin izini sürerken, tarihin tozlu sayfalarından günümüze uzanan bu acı tabloya neden tanık oluyoruz? Ve daha da önemlisi, bu yangınların ve talanın ardındaki gerçekler, sadece görünenle mi sınırlı? Saklı kalan o büyük sır, bu uzun ve soluksuz makalenin her bir paragrafında sabırla sizi bekliyor.
Hikaye, 18. yüzyılın sonlarına, kol gücünden buhar gücüne geçilen döneme dayanıyor. İngiliz ve Alman sanayisi, pamuktan iplik, iplikten kumaş ve seri konfeksiyon üretimine başlamış, ucuz hammadde arayışı içine girmişti. Bu arayış, o dönemde dış borç batağında olan Osmanlı İmparatorluğu'nun kapısını çaldı. Özellikle Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin suladığı bereketli Çukurova ile Büyük Menderes havzasındaki Söke toprakları, Avrupa tekstil sanayisinin ucuz pamuk ihtiyacını karşılamak üzere hedef seçildi. Padişah fermanıyla, Çukurova'da jandarma zoruyla pamuk üretimi başlatıldı. Ancak Toros dağlarında göçebe yaşayan Türkmenler ve Yörükler, bu zorbalığa karşı çıktı. Sıcakta, sıtma taşıyan sivrisineklerin saldırısı altında pamuk tarlalarında çalışmayı reddeden halk, silahlanarak padişah fermanına karşı direniş başlattı. İşte o dönemde, Dadaloğlu'nun meşhur "Ferman padişahınsa, dağlar bizimdir!" deyişi, bu isyanın sembolü haline geldi. Halk ile Osmanlı Devleti arasında savaşlar patlak verdi, koç yiğitler yere serildi, ancak bu deyiş, 225 yıl boyunca unutulmadı, yaşadı ve günümüze kadar ulaştı.
Bugün, tam 225 yıl sonra, her orman yangını çıktığında, halkın ormana sahiplenme isyanı yine Dadaloğlu'nun ağzından dökülmüşçesine "Süslü saraylar sizin, yanan ormanlar bizimdir!" diye yankılanıyor. Sadece orman yangınları değil, iktidarların gözünü para hırsı bürümüş belli bir azınlığa ormanı, dağı, zeytinliği, suyu talan etme fırsatı veren yasa, yönetmelik ve kararlar çıkarıldığında da aynı isyan "Arsız yağmalar sizin, zeytinlikler bizimdir!" şeklinde dile geliyor. Bu çarpışmanın temelinde ise iki farklı bakış açısı yatıyor: Bir yanda "Toprak, dağlar, vatan, üstünde yaşayanlarındır" diyen halkın çoğunluğu, diğer yanda ise "Toprak, dağlar, vatan, güç sahiplerinindir" diye düşünen ve devletin toprağı, doğayı, ağacı, suyuyla güce ve paraya sahip olanların isteklerine hizmet etmesi gerektiğini savunanlar yer alıyor.
Son 3 günde çıkan 263 orman yangını, bu kadim çatışmanın acımasız yüzünü bir kez daha gözler önüne serdi. Yangınlar, birçok köyü yok etti, ateş ormanı aşarak evlerin içine, fabrika binalarına, hatta adliye saraylarına kadar ulaştı. Binlerce hektarlık ağaç alanı kızgın küle döndü. Sakarya'dan yükselen alevler Hatay'a, İzmir'e, Seferihisar'a, Foça'ya dek yayıldı. Ormanı yangına karşı koruyacak önlemlerin alınmadığı gerçeği bir kez daha çıplak bir şekilde ortaya çıkarken, iktidar partisi milletvekillerinin zeytinlikleri kömür madenciliğine açma inadında diretmesi büyük tepki topluyor. 263 noktada orman yangını çıkmış ve ağaçlar yanarken, Cumhurbaşkanı'nın o saatlerde Türkiye'nin dünyanın en gelişmiş "Çelik Kubbe" projesini başlattığını anlatması, kamuoyunda derin bir ironi ve eleştiri rüzgarı estirdi. "Süslü sözler sizin, ormanlar bizimdir" söylemi, bu manzara karşısında adeta bir slogana dönüştü.
Peki ya dünyada durum nasıl? Ormanı gözü gibi koruyan, yangınları önlemede üstün başarı gösteren ülkeler var. Avustralya, Kanada, İsveç, Portekiz ve Endonezya gibi ülkeler, yangın çıkmadan önlem alan, haber veren ve uyaran sistemler geliştirmiş durumda. Kışın düşük yoğunluklu kontrollü yangınlarla ormanı yazın kavurucu sıcaklarından koruyorlar. Uydu destekli sistemlerle yangın sezonuna girmeden sıcak nokta tespiti yapabiliyor, otomatik sistemlerle yangınları çok erken tespit edip müdahale sürelerini kısaltıyorlar. Eko sisteme uygun ağaç türleri seçerek yangın riskini en aza indiriyor, orman köylüsünü ve çiftçisini "ağaçla-ormanla barışık yaşama" konusunda yoğun eğitimden geçiriyorlar. Her orman köylüsü adeta bir itfaiye eri bilgi ve becerisine kavuşacak şekilde eğitiliyor. Gönüllü ekipler kuruyor, gelişmiş teknolojiyi kullanarak "yangın gözlem sistemleri" geliştiriyorlar ve yangın başladığında hızlı müdahale ekipleriyle ateşi kontrol altına alıyorlar. Hatta bazı ülkeler, ormanı yangından korumak için mülkiyetini orman içinde yaşayan köylülere bile vermiş durumda.
Tüm bu yaşananlar ve tarihten süzülen bu direniş mirası, bizlere sadece "ormanlar yanıyor" demekten çok daha fazlasını fısıldıyor. Bu, aslında bir yaşam biçiminin, doğayla kurulan bağın, toprağa duyulan sevginin ve ona sahip çıkma iradesinin çarpışması. Yanan sadece ağaçlar değil, aynı zamanda bu ülkenin ruhu, ortak vicdanı ve geleceğidir. Ve işte asıl büyük sır: Bu yangınların ardında yatan görünmez el, doğayı korumakla sorumlu olanların, aslında onu nasıl bir rant kapısı olarak gördüğünü ve bu uğurda neleri feda etmekten çekinmediğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Unutmayın, www.avazturk.com olarak takip ettiğimiz bu süreçte, önümüzdeki günlerde bu yangınların sadece bir başlangıç değil, çok daha büyük bir hesabın habercisi olabileceği gerçeğiyle yüzleşeceğiz. Peki, bu hesabı kimler verecek ve bu kutsal topraklar, gerçek sahiplerine ne zaman kavuşacak?